Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Ye, dua et, sev ya da Tanrı’yla ne yapacağını bilemeyen kadının dramı

Elizabeth Gilbert
Pegasus Yayınları

Ye, dua et,sev... Emir kipindeki fiilleri oldum olası sevmem; hele ki bir romanın adı olurlarsa. Ancak yemek, sevmek ve dua etmek gibi naif fiiller söz konusu olduğu için Elizabeth Gilbert’in romanını karıştırmaya karar verdim. Kararımın altında yatan bir diğer sebep ise yogaya karşı duyduğum naçizane ilgi. (Bakınız burada yoga ve meditasyon demiyorum, zira meditasyonun yoganın sekiz basamağından biri olduğunu biliyorum.)
Batılı’nın Doğu felsefesine bakış açısı mı daha kötüdür yoksa, bu son derece çarpık ve yüzeysel bakış açısıyla Doğu felsefesi içine girmeye çalışarak kendini bulma çabası mı? Bilemiyorum, sanırım ikisi de birbirinden fena. Modernizmin o bunaltıcı, yok edici sıkıntılarından çıkmanın bir yolu olarak Batılı’ya sunulan paket program halindeki Doğu felsefesi anlayışı belki bir nebze olsun değişmiş, derinleşmiştir umuduyla oturuyorum “Ye Dua Et Sev”in başına. Saf iyimserliğimin beni hep nerelere götürdüğünün sizin gibi ben de farkındayım sevgili okurlar ama, ne yaparsınız yaş ilerledikçe farkındalıkların bir önemi kalmıyor insan hayatında. Aynı hataları tekrar edip duruyor olmak bir karakter özelliği haline geliyor...
“Ye, Dua Et, Sev”, bir tür anı-roman. Ya da inanırsanız eğer, samimi bir iç dökme projesi. Dolayısıyla romanın kahramanı, kendini arayışa vermiş, depresyon hastalığından mustarip Amerikalı kadın yazar, yani Elizabeth. (Samimi olduğumuzdan mütevellit biz ona kendi aramazda Liz diyeceğiz.) 30’lu yaşlarına gelip çocuk doğurmak ve evli kalmak istemediğini fena şekilde anlayan Liz, kocasından yıpratıcı bir boşanma sürecinin ardından ayrılmış, bu süreç esnasında olmayacak birine aşık olmuş ve yine hüsrana uğramıştır. Şimdi yapacağı tek şey vardır, her şeyi bırakıp bir yıllık bir seyahate çıkmak. Onu bu seyahate yönlendiren şeyse yoga yoluyla ruhunu ve hayatını kurtarma çabalarının sonuç vereceğine dair sezgisidir. Rotası bellidir Liz’in; önce dört ay İtalya, ardından Hindistan ve Bali. Çünkü hem dünyanın hazlarını sonuna kadar tatmak istemektedir (Roma dondurması desem İtalya seçimini açıklamış olurum herhalde), hem de müthiş bir adanmışlıkla Tanrı’yı bulmak. Bir kere kötü kaderin onu böyle bir seyahate zorladığı için çok üzgünüzdür biz okurlar. Bir de bütün bunların üzerine Liz’in dünyadan ve öbür dünyadan beklentilerinin çelişkilerini gördükçe ona daha da üzülürüz. Ne yapsın o da kendi kültürü ve bilgisi çerçevesinde bir dram yaşamaktadır sahiden. Bir okur olarak taş kalpli olmanın lüzumu yoktur.
Tanrı düşüncesiyle Budizm’i birleştiren kadın!
Liz’in sürekli yemek ve dondurma yediği, şarap içtiği ve bütün bunları tüm ayrıntılarıyla sıkılmadan anlattığı İtalya aylarını hızla geçiyor, Hindistan’a geliyoruz. Liz, Hindistan’da Amerika’da tanışmış olduğu Guru’sunun ‘aşram’ına yerleşiyor. Burada, günler tapınağın yerlerini fırçalamak gibi işlerin yanı sıra yoga yapmak, dua etmek, uzun saatler boyu meditasyon yapmak ve ilahiler söylemekle geçiyor. Liz’in peşinde olduğu şey, kelimenin tam anlamıyla Tanrı’ya ulaşmak. Zaten tam da burada çuvallıyor kanımca. Budizm malumunuz, içinde Tanrı düşüncesinin olmadığı, Tanrı düşüncesiyle ilgilenmeyen nadir dinlerden biri. Bu dinde amaç, insanın meditasyon yoluyla evrensel varlığını kavraması, bu farkındalığa erişmesi. Bu, ruhun, zihnin ve bedenin kurtuluşu anlamına geliyor ve tek bir bilincin kurtuluşu da evrenin kurtuluşu demek oluyor.
Ancak Liz, Tanrı konusunda sonuna kadar ısrarlı. Romanın girişinde bu kelimeye takılışının sebebini uzun uzun açıklasa da içinde bulduğu Tanrı’yla sonra ne yaptığını gören biz okurlar Liz’e esas o zaman üzülüyoruz. Zira Liz, aylar boyu süren meditatif çalışmalarının, tapınağı fırçalayışlarının ardından içinde bulduğu Tanrı’yı eski sevgilisini ve kocasını unutmak, yeni bir ilişkiye başlamak için kullanıyor! Bu süreçte aldığı en önemli yol ise, yeni sevgilisinin kollarına atılmadan önce biraz durup düşünmeyi, ağırdan almayı(birkaç gün kadar) öğrenmek. Kısacası onca çaba, harcanan onca para heba oluyor...
Ataerkil sistem yıkılmış, haberimiz yok...
“Lütfen ataerkil zamanlara özlem duyduğumu sanmayın. Ama şunu anladım ki ataerkil sistem (haklı olarak) ortadan kalktığında, yerine başka bir koruma modeli getirilmemiş. Demek istediğim, başka bir çağda olsak babamın soracağı soruları aşıklarımın hiç birine sormayı düşünmedim. Çok defalar yalnızca aşk uğruna kendimi bir erkeğe armağan ettim. Ve bu süreçte bazen elimdekini, avucumdakini verdim. Eğer gerçekten bağımsız bir kadın olacaksam, kendi kendimin koruyucusu olmalıyım.”
Bu son derece acıklı paragrafı alıntılamadan durmak mümkün değil. Neresinden tutsam bilemiyorum. Ama öncelikle, o kadar Hindistan’ı, geleneksel Bali’yi gezip oralarda aylarca kalıp dostlar edindiği halde Liz, ataerkil sistemin ciddi ciddi yıkıldığını zannediyor. Üstelik bundan da son derece mutsuz. Daha doğrusu erkeklerin kadınları koruyacağı başka bir sistemin yerine ikame edilmemesinden mutsuz. Ataerkil sistem yıkıldığı için o, kendini sevgilerinin kollarına atıp, sonra da hüsrana uğruyormuş meğer. Artık anlıyoruz ki, Liz’in bu seyahati ona ataerkinin koruyucu kanatları olmadan kendini korumayı öğretiyor. Çok şükür içindeki Tanrı artık ona yol gösteriyor.
Yoga’yı bir çeşit tatminsiz, az gelişmiş kadın hastalığı olarak göstermesi, Doğu felsefesinin içini boşaltmak ne kelime dibini kazıması, kadın cinsinin modernizmle ve ataerkil sistemle ilgili çatışmalarını çarpıtması ve Tanrı düşüncesine giden yolu bencil ve benmerkezci bir eksende yorumlamasıyla “Ye Dua Et Sev” benim için bir okur olarak hüsrandan da ötesi. Asıl fenası da bu tür hikayelerin çok, hem de çok satması, film uyarlamalarının yüzbinlerce izleyiciyi kendine çekmesi.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.