Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Edebiyatın Güçlü Kadın Kahramanları: Mrs. Dalloway, Bayan Macauley Ve Feride




Toplam oy: 149
Bazısı çok güçsüz, bazısı ne kadar da silik, bazısı şaşkın, bazısı aşkının esiri, bazısı çok açık bozguncu, bazısı çok parlak, bazısı çok dayanıklı sevgili kadın kahramanlar... Nastenka en tatlısı, Anna her şeye rağmen en talihsizi, Bowary hırslarının kölesi, en arafta kalanı Neriman. En havalısı Maria Puder, en iyisi ve en masumu Feride. Aşklarıyla, sevdalarıyla, kaygılarıyla, aptallıklarıyla, kaybedişleriyle, seçimleriyle, edebiyata ve gönüllere iz düşüren nice kadın kahraman... Hepsi bahsedilmeye, hepsi anılmaya değer.

Hep yeniden başlayan kadın:Mrs. Dalloway

Kendisini sırık fasulyesine benzeten, küçük suratlı, ellisini devirmiş, rengi uçuk solgun, karşı kaldırıma geçerken ah eden, keşke başka bir hayat mümkün olsaydı, yeni baştan başlamak mümkün olsaydı diyen Mrs. Dalloway. Bunu kim demez. Hayatı yine de her şeye rağmen seven, çiçek alan, parti düzenleyen, elbisesini tamir eden, bir taraftan gün boyu hayatını dilim dilim dilimleyen, ameliyat masasına yatıran, nefretle sevmek arasında gidip gelen Clarissa, Clarissa Dalloway. Kendisine karşı bazen ne kadar da acımasız düşünüyor. Bütün yeteneklerine rağmen bir hiçmiş gibi görünmek, daha neler.

 

Tüm yaşam sevgisine, çiçeklere rağmen, arada ışıldayan parlayan tutkularına rağmen, işte kasvet bulutları -özellikle bugün- sarar Clarissa’yı. Hem de parti günü. Ama bu kasveti dükkânlara, insanlara bakarak aşabilir. Dışarı adım atmak ona iyi gelecek. Geçmişi silip süpürmek, her şeyi gözden geçirmek... Kendisine göre Clarissa bile değil o, Mrs Dalloway’dir.

 

Londra’da yürümeyi seven, dans etmeyi, ata binmeyi pek çok seven Mrs. Dalloway, ah evet bir zamanlar yaşamayı ekstra sevmiştir. Şimdi ellisini devirmiş olarak akşamki partiye, evet evet, kendi düzenlediği partiye hazırlanmaktayken karşılaştığı her şeyi nasıl da didikliyor. Mükemmel ev sahibesi... Sosyal içgüdüsü çok kuvvetli... Bedenine bakınca bir hiçmiş gibi göründüğünü düşünse de, yeteneklerinin farkındadır o. İnsanların ne hissettiğini, onların neye ihtiyacı olduğunu iyi kavramıştır. İnsanın o görünme, o var olma ihtiyacını, konuşma, gevezelik etme, dedikodu merakını, sonra tanık olmaya, tanık bulmaya muhtaçlığını, işte bütün bunları gayet iyi bilir. Zira insan sosyal bir varlıktır. Bu sosyalleşme morfin etkisi gösterecektir hayal kırıklıklarımız üzerinde.

 

Clarissa da bir var olma yöntemi olarak çevresinin gücüne muhtaçtır. Ümidi buradadır. Bir zamanların Clarissa’sı Mrs Dalloway, aslında bir şekilde mağluptur, bir şekilde de galip. Uyumlanmayı, hayatta kalmayı başarmıştır. Bir dinozor değildir o. Hiç değil. Hâlâ zarif, hâlâ güzel, hâlâ uzak… Olmak istediklerinin peşinden gidecek cesareti göstermemiştir ama bir yandan da olmak istedikleri, evet çelişki, tam da olmak istedikleri değildir. Hepsinden biraz ve hepsi mümkün olsa ah ne güzel olurdu. Alıp başını gitmeler mesela. Peter’la mümkün olabilirdi bu. Daha konuşkan daha canlı... Ama onu seçseydi şimdiki aristokrat çevrenin imkânlarından yararlanabilecek miydi? Bu kadar nüfuzlu bir aile olmak ne mümkün… Başbakan bile evine konuk olarak geliyor. Sonra? Sally gibi parlak ve etkileyici, Mrs. Killman kadar güçlü, bilgili, ama aynı zamanda lüks içinde yaşasa, bu konfor daim olsa, şimdi olduğu gibi partiler düzenlese. Böylece var olduğunu hissetse. Tam olarak. Ne mümkün, sevgili Clarissa derdik, ne mümkün. Erişemeyeceğimiz tek şey tamlık.

 

Her seçim bir vazgeçiştir. Malum. Bu vazgeçişi içselleştiremediğinde ruhu parça parça olur insanın. Bilhassa kadınlar. Geçmişte en çok yaşayan kadınlar. Araf diyebiliriz biz buna, çoklu araf ya da açık konuşalım şımarıklık, şükürsüzlük. Kalbi-aklı-arzuları arasında bocalayıp durur kadın kahramanımız. Clarissa her şeye rağmen kendisi için en makul olanı seçmiştir. Onu sakinleştiren, kucağında güllerle ona gelen bir eşi, Richard’ı seçmiştir. Ona istediği imkânların, duyguların hepsini sağlayamasa da beklentilerinin altında bir hayat verse de, hiç de yadsınamayacak bir çevreye, olgun bir karaktere ve işe sahiptir. Dalloway’in aklı baskın gelir yani. Aslında bilinci kapanmayan her kadın için durum böyle. Neticede Peter’a ne kadar güvenebilirdi. Her an bir başkasına âşık olma potansiyeli taşıyan, serseri ruhlu bir adam. Clarissa bilmiyor ama özgürlük başka bir şey çünkü. Peter’le evlense ne mi olurdu. Aynı çatışmaları farklı açılardan yaşayacaktı kuşkusuz. Çok daha bağımlı, çok tartışmalı, çok daha güçsüz.

 

Sevmek insanı yalnızlaştır
Biz Mrs. Dalloway ile başka kadın kahramanlara da bakarız. En sonunda intihar eden Septimus’un eşi Rezia mesela. Aşkı için kilometreler tepmiş, ailesini, biricik neşeli hayatını geride bırakmıştır. Sonunda hissiyatsız, kendisine bile yabancı, onu sevmeyen, kendisini güldürmesine, ilgisine muhtaç bir adamın evinde, üstelik intihar intihar diye sayıklayan bir adam evet, tam bir trajedi. Aşk için tutuşan, ellerinde kırıntısı bile kalmayan zavallı Rezia; “Ben öyle mutsuzum ki Septimus” çığlıkları atmaktadır. Kim duyar? Herkes kendi sınavını verirken bunu kim duyar. Rezia ile beraber bütün kadın kahramanlar belki. Bir açıdan hepsi… Zavallı Rezia ne bilsin ki, sevmek insanı yalnızlaştırır.
İşte bahsettiğimiz ve bahsetmediklerimizle, Mrs. Dalloway’in bütün kadın kahramanlarında aynı zamanda tek kişiyi görürüz. Ve kadın kahramanı anlamaya böylece daha da yaklaşırız. Woolf sağolsun.
Sevgili Mrs. Dalloway’in partisi bitince hani şu karşı evde baktığı kadın olsaydık. Duyabilseydi sesini o kadının: “Hiçbir zaman tamlık olmayacak sevgili Clarissa”, derdik ona bir kez daha. Sen yine de hiç fena değilsin. Her şeye rağmen boylu poslu kızın, sosyal statün var. Bu en büyük morfindir. Acayip zenginsin aslında. Peter başarısız. Ah evet biliyorum, derdi Clarissa da, tam bir budala Peter. Beni eleştirmesinden nefret ediyorum. Ama mutsuz ve başarısız işte… Biliyorum sevgili dostum. Biliyorum. Ama yine de bir şeyler eksik. Kendinle yüzleşmen harika Clarissa, bu hiç kolay bir şey değil, hırpalamak, kendini didik didik etmek, bu çok zor bir iş. Öyle mi diyorsun derdi. Ah çok teşekkür ederim. Yine de daha iyisi için, göğe bak derdik ona, kendine, kadınlara, insanlara, karşıya bakmayı bırak da göğe bak geç olmadan. Big Ben çalıp duruyor. Göğe bak, nefes alacaksın.
Jose Saramago’nun Körlük’ünde bir Kadın
Kısaca neydi? Trafikte bir araba durur. Herkes kornaya basar, bazıları muhtemeldir küfreder. Arabadaki adam kör olmuş meğer. Vah zavallı, yardım edelim. Ama arabasını da çalalım. Sonra hırsız sonra başka biri daha, sonra doktor ve diğerleri kör olur. Biri hariç. Doktoru alıp götürecekler. Karısı durur mu? Kör taklidi yapmak zorunda kalır, “Hanımefendi sizi alamayız” diyen şoföre, “mecbursunuz beyefendi, şimdi ben de kör oldum” der. Yani bile isteye yalan söyler, tecrit edilen gruba hayat arkadaşının yanına dâhil olur. Kendi seçimi. O zaman zorunda değil. Şikâyet edecek mi? Tabii ki hayır. Ama başka seçenek de var mı? Var, öyle aval aval bakıp durmak da var kaderde.
Adını bile bilmediğimiz bu kadın, kimsenin alkışlamadığı, çoklarının unutacağı, gerçek bir kahraman olacak yakında. Akla hayale gelmeyen olaylara şahitlik edecek. Pelerini ya da süpürgesi yok, uçmuyor, ama çok daha fazlasını yapıyor. Kör numarası yapıyor ama, olaylar geliştikçe bekliyor, ne zaman kör olacağım ne zaman, bir-iki-üç her defasında görüyor zavallı. Uyanmak istiyor. Bir gün o süt beyazı dedikleri türden körlüğe düşüp bütün bunlara maruz kalmamak istiyor. Başına gelen çünkü bilir, biliriz ağır şahitlik.
“Doktorun Karısı” kim peki? Zorluklarla mücadele edebilen, bilinci açık, her zaman salt kendini değil sen’i de düşünebilen, baskılara dayanıklı, toplumun iyiliğini murad eden, tekliğin değil birliğin gücüne inanan, insanoğlunun ancak böyle yükselebileceğine inanmış bir kadın kahraman. Boşuna pelerini eksik demiyoruz. Hayatın yasalarına uyumlu, fabrika ayarlarına göre hareket eden, yaratıcının seçtiği bir lider gibi, kendi üzerine bu sorumluluğu alan, kendine iş çıkaran, liderliğinin hakkını veren bir kadın. Müthiş bir kahraman…

İnsan baskı görmeye dursun. Hemen bozulmaya meyillidir. Ufacık bir açlık, yarım saatlik bir trafik yeter buna. Ama tümden bir bozulma için nasıl bir baskı gerekiyor? İşte burada roman kahramanları için gerçekleşen ağır baskı: Körlük. Herkesin rengini açığa çıkaracak, yaldızlarını dökecek türden sağlam doğurgan bir baskı. Herkes körse madem, isteyen istediğini yapabilir. İnsan bir canavara dönüşme potansiyeline sahip. Çiçek gibi gül gibi vicdandan, ana kameradan yoksun kalınca nasıl çirkinleşiyor. Görüyor bunları kadın. Körlüğün getirdiklerini görüyor. Pisliği görüyor, aldatmayı, ikiyüzlülüğü, riyakârlığı, aldatmayı, aldanmayı görüyor.

 

Ve körlük dostlarım bulaşıcıdır. Trafikte bir adamın hiçbir şeyi görmemesi, süt beyazı bir körlüğe düşmesiyle başlayan felaket, çığ gibi büyüyen baskılar işte, kentte işleri altüst ediyor.

 

Ama bu körler ülkesinde bir kadın kahraman; “Ne işim var Körler Ülkesi’nde, oturayım evimde, televizyon izleyeyim, çekirdek çitleyeyim, başka adam bulayım” demiyor, alıyor eline tası tarağı işe koyuluyor. Bütün yükleri omuzluyor erkek -gerçek bir erkek- gibi. Çünkü bunlar bir kadının harcı işler değildir normalde. Ama iş başa düşünce, acil durumlarda kullanılmak üzere, saklı gücü kadının içinden çıkıverir bazen işte böyle. Hiç tanık olmadık mı?

 

Doktorun Karısı iyi yetişmiş ve baskıya oldukça dirayetli biri. -Başka türlüsü mümkün mü?- Gösterişsiz, şovsuz, faydaya, çözüme dönük davranışlarıyla adını kazıyor zihinlere böylece. Muhtemeldir, olaylar bitince kimse onu hatırlamayacak, ört bas edilecek yaşanan her şey. Olsun, biz okuyoruz, biliyoruz onu.

Süt beyazı bir körlükle baş başa kalan kahramanlar diyorduk, saatler geçtikçe bozuluyor, siyahlaşıyor. Doktorun karısı hepimiz adına korkuyor, ürküyor, dehşete düşüyor, kaygılanıyor, utanıyor ama hiç bırakmıyor kendini. Tükenmişlik sendromu, depresyon, kasvetmiş bunların hiçbirine düşmüyor. Nasıl düşsün!
Yaşadıkça da şunu anlıyor kahramanımız: Tek tek değil, beraber, bir olarak hayatta kalmayı başaracaklar. İnsanın da kavraması gereken biz modern, post modern, parça parça olmuş insana da dersini veriyor böylece: Tek başına yapamazsın. Yaşadığımız bütün körlüklere de buyurun diyor sonra da: İşte bu sizsiniz sevgili insan. İşte bu çok övündüğün kendin... Ne hale gelebiliyorsun gör. “Bakabiliyorsan gör, görebiliyorsan fark et, gözle.” Bu sözün devamını doktorun karısı tamamlıyor. Ve harekete geç. Bir şey yap. Bütün bu hareket, baskıya dayanıklılık, marifet, soyut ve de soylu bir amaç gerektirir ki bir insan bu kadar sağlam kalabilsin. Üstelik hiç ajitasyon yapmadan.
Tembelliğimiz, ataletimiz, küsmelerimiz, çıt kırıldım oluşumuz, acıya dayanıksızlığımız geliyor aklıma. Sonra? Işığa bulanmış binalarımız geliyor, alışveriş merkezlerimiz, maskelerimiz. Yaz sıcağında çalışmayan klimalar, kış soğuğunda çalışamasa neler olur dediğim kombiler. Ne travma... Rahata, lükse ne kadar alıştı insanoğlu. Biz zaten kördük. Gördüğü halde görmeyen körler, diyor doktorun karısı en sonunda. Yalan mı?
Tıpkı onun gibi, kör numarası yapan, numara işte, bozulan insanlığa rağmen mücadele eden gerçek kadın kahramanlara muhtacız. Kendimiz olabilir miyiz? Var mı böyle bir ihtimal? Vicdan kamerasından yoksun insan, dünyanın en çirkin, en sevimsiz, en hain bir yaratığına dönüşüyor kabul edelim.
W. Saroyan ve İnsanlık Komedisi
Bu romanın en büyük kahramanları küçükler aslında. Homer ve Ulysses. Onlara tebessüm ederek kıyamayarak okuyup gideriz kitabı. Ama onların arkasında, önünde, peşinde, yakınında, uzağında gerektiği her yerde bir kahraman çıkar sahneye. Hep oradadır biliriz. Homer maceralar yaşarken Ulysses düşüp dururken, herkesle konuşurken, bir askere, bir zenciye el sallarken, şarkı söylerken, onlara bu sevgiyi veren, güzel birinin varlığını hissederiz. Ancak öyle biri ki deriz. Çocuklarının sığındığı kucak, başlarını seven o sıcak el. Bayan Macauley.
Çocuklarını sevgiyle yetiştiren, hırsıyla onları kirletmeyen. Hem annelik hem babalık yapan, ama bunu bir yük gibi de görmeyen, katılaşmayan, surat asmayan, gülüşünü sürdüren, estetik, sevecen bir anne. Baba yok. Ağabey askerde. Aslında üzülecek ne çok şey var. Anne yazları yiyecek paketleme işinde çalışıyor, bahçede tavuklarına yem veriyor. Kız kardeş yüksekokula gidiyor. Homer hem okula hem işe. Ulysses bıdık bıdık dünyadan habersiz dolanıyor, atlıyor, zıplıyor. Askerdeki oğlunu bekleyen gencecik bir komşu kızı da evlerine girip çıkınca oldukça kalabalık bir aile…
Çocuklarının sorularına yılmadan cevap veren, onların hayal güçlerini gölgelemeyen, onlara oyuncak değil, emek, sevgi veren, şımarıklığa, bencilliğe kaçmayacak boyutta gerçek dozunda olması gerektiği gibi, gerektiği kadar sevgi veren bir anne.

Minnet eylemeyen anne: Bayan Macauley
Babasını, yani ölümü soran küçük Ulysses’e verdiği cevap ne şahanedir: “Biz yaşadıkça, hepimiz bir arada olduğumuz sürece, ikimiz beraber oldukça ve onu hatırladıkça, hiçbir şey onu bizden koparamaz.”
Böyle biri Bayan Macauley. Oğullarının büyümeleriyle gelen soruları anlayışla cevaplayan, hayatla başa çıkabilme becerilerini destekleyen, rolünün hakkını veren, sınırlarını aşmayan, dinleyen, algılayan bir kadın… Gerçek bir anne…
Gerektiği yerde gerektiği kadar yüreğini açan, ağlarken de gülerken bir-beraber olan ailenin sıcacık güçlü biricik annesine şapka çıkarıyorum. Zira o en zorunu ve en güzelini başarıyor. Artık çocukluktan çıktığın için yalnızlık duyuyorsun, diyor oğluna. Ama dünyada her zaman fazlasıyla yalnızlık var. Kulağımızda çınlıyor. Dünyada her zaman fazlasıyla yalnızlık var, fazlasıyla yalnızlık var, fazlasıyla.
Telaşlı öfkeli gözlere, sakin ol uyu, yavrum diyen. 13 yaşındaki oğlunun işten gelişini, eski salıncaklı sandalyede oturmuş gece yarısına kadar sessizce bekleyen, asabiyetini, üzgünlüğünü sükûnetle karşılayan, çocuğunu teskin edebilen, duygularını yatıştıran bir anne. Herkesi sevmeye, anlamaya çalış, diyor. Karşılaştığın herkesi sevmeye…
Minnet etmeyen gerçek bir anneden, gerçek bir kahramandan söz ediyoruz. Az bulunan. Cevher gibi bir kadın kahramandan... Başka? Merhamet duygusu olmayan insan has insan olamaz. “Bir insan dünyanın ıstırabına gözyaşı dökmemişse yarım insandır,” diyor Macauley. Hayat yükünü bilgece omuzlamasını bilmiş bir anne söyler bunu ancak. Askerdeki oğlunun öldüğünü anlıyor bir gün ve kendini ölecekmiş gibi hissetse de, misafirine, “lütfen içeri gel, sana evi gezdirelim,” diyor.
Biz de ayakkabılarımızı çıkarıp misafirle beraber içeri giriyoruz ve Bayan Macauley’in o sıcacık ellerine sarılıyoruz.
Çalıkuşu’nun Feride’si
Ve, Feride. Bu çok özel kahramandan bahsetmesek olmazdı. Herkesin kalbinde taht kurmuş güzel Feride. Zira diğer bütün âşık-roman kahramanlarından çok ayrı, özel bir yere sahip. Bir kere bizden biri… Olabilme ihtimalimiz yüksek biri. Şirinliği muzipliği güzelliği bir yana. Feride’nin diğer kadın kahramanlardan tavır olarak büyük farkı var. Çünkü Feride diğer âşık kadınlardan, mesela Anna’dan, mesela Bowary’den farklı. Onları da anlar ve severiz ve üzülürüz ayrı. Fakat Feride diğer âşık kadınlardan farklı olarak aşkına değil, hayata ödüyor bedelini. Hırslarının arzularının peşinden gitmiyor. Bu yönüyle ayrışıyor diğerlerinden. İşin sırrı da burada... İçinde kavrulan kederden güç alıp, nişanlısının aldattığını düşünmesine rağmen, kırılıyor dökülüyor ama hırslanmıyor. Kaygılar bozmuyor onu.
Bunun yerine başkaları için bedel ödemeyi seçiyor. Gidiyor. Şifasını gitmekte buluyor. Bazen gitmek en güzeli… Çocuklar için, memleketi için güzel saf duygularını koruyor, emek veriyor. Dahası emeğini doğru yere veriyor, çarçur etmiyor karanlık gecelerde. İşin sırrı burada, evet… Bağımlı değil, bağlı olduğunu ispat etti hepimize. İzini de ne güzel kaybettirdi. İçindeki kırılmışlığa rağmen başkalarına el uzatıyor, fayda veren iyilik saçan biri olmayı seçiyor. Derdini insanlara şikâyet etmiyor ayrıca, sadece kâğıda döküyor. Hayat amacını bulmuştur. Yenileniyor her an. Yaşadığı talihsiz olay başka güzel kapılar açıyor. Bu hep böyle değil midir? Yardım ettikçe, öğrettikçe, güçlenecek, eğilecek, gerçek güzelliğine kavuşacak, daha doğrusu güzelliği tamamlanacaktır. Artık o güçsüz Feride değildir evet. Seven, bağlı, fedakâr, çok daha güçlü bir sevgili ve öğretmen... Böylece, artık bir başkası olarak aşkına kavuşuyor. Hakkı var buna. Zira gidişiyle, hem sevdiği adam Kâmuran’a bedel ödetiyor hem de kendine. Böylece kavuşmak mümkün oluyor. İyi ki de oluyor, bize de mutlu sonla biten gerçek bir aşkı okumak, unutulmaz bir kadın kahramanı anmak kalıyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.