Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Eşiklerde tereddütlü bir dil cambazı



Toplam oy: 1558
Başlangıçlardan korkan, eşiklerde tereddütlü bir yazar var karşımızda.

“Unutuş galip gelecek, nesnenin yazıya dökülmemiş öyküsü yitip gidecek seninle birlikte. Yalnızca bunun için bile değmez mi yazmaya bu önemsiz ayrıntıları?” Evet, sorumuz bu. Cevabı ise Ali Teoman’ın Öykü Uçları’nda gizli. O büyük unutuşun iştahla uzattığı ellerini Ali Teoman “çok çok kısa öyküler”le savuşturuyor. En eskisi 1996’da en yenisi 2006’da yazılmış 45 kısa öykü, alfabetik sırayla arzıendam ediyor Öykü Uçları’nda. Yalnız, kapağın naif, ilkyaz göğü görüntüsü sizi yanıltmasın. Bunlar dökülen yaprakların, sert rüzgarların, güzün ve ağır bir yük altında çökmüş omuzların karanlık, kötümser öyküleri.

 

İnsansız Konağın İkonu ile başlayan ve Konstantiniyye Masalları’yla zirve yapan Sergüzeşt-i Ali Bey’e aşinayız. Kaotik ve karanlık dünyasından da haberdarız. Ancak bu kitaptaki “Mahzen” adlı öykü, Ali Teoman’ın dünya ve yazın algısının manifestosu olarak okunabilir:

 

“Penceresi işlek bir caddenin derin perspektifine bakan bir oda. Pencerenin önünde büyük bir masa, masanın üzerinde kağıtlar, kalemler, defterler ve kitaplar. İnsan o masada oturup o kitapları okuyan ve o defterlerle kağıtlara o caddeden gelip geçen insanlar ve taşıtlar hakkında bir şeyler yazan o mutlu kişi olmaktan başka ne isteyebilir ki? Aynı şeyleri karanlık bir mahzenin dibindeki masasında güdük bir mumun titrek ışığında yazan ve arada sırada şamdanı eline alıp o uçsuz bucaksız labirentin ışıksız koridorlarını keşfe çıkan kişi olmak mı? Kimbilir, belki… Nasıl olsa labirent aynı, değişen dekor yalnızca.”

 

Kısa ama mükemmel

 

Bu kısa öykülerde yahut dünya labirentinin koridorlarında karşımıza sık sık çıkan bir yazar var.  Bir nevi parçalı tercüme-i hal. Bu tercüme-i halin karakteristiği ise yazdıklarını yok etme isteği ve yazar bunalımı ile tecessüm etmiş. Başlangıçlardan korkan, eşiklerde tereddütlü bir yazar var karşımızda. Kitaba hâkim olan, ara ara belirip kaybolan bir diğer imge ise taşıdığı dünya ağırlığı altında omuzları çökmüş adam. Mevsim güz, dışarısı soğuk, yapraklar dökülüyor ve gece olmuş. Işığı uyandırmanın vakti gelmiş olsa da, Teoman’ın karamsar karakterleri karanlıkta oturmayı tercih ediyor.  Eğer üçüncü bir başat imgeden bahsedeceksek, bu kesinlikle zaman olmalı. Zaten Teoman’ın diğer romanlarında ve öykülerinde de zaman üzerine kafa yorduğunu görmek mümkün. Romanlarında dâhiyane bir şekilde işlenen bu zaman vurgusu, omuzları çökmüş bir adamın karanlık bir odada oturup zamanı beklemesi olarak zuhur ediyor Öykü Uçları’nda.

 

Aharlı kağıdın üstünde rahatça akan, püsküllenmeyen, dağılmayan bir mürekkep gibi Teoman’ın dili. Osmanlıca kelimeleri de, Öz Türkçeyi de üslubu içinde ustaca eritiyor. Farklı terkipler bulup, aksi halde ifadeyi eksik bırakacak o kelimeyi bulup oraya koyuyor.

 

Yazar yayınevine gönderdiği dosyaya şöyle bir not düşmüş: “Yeni öykü yönelimim (tabii eğer ömrüm olursa) bu yönde ilerleyebilir. Biraz Samuel Beckett’in ‘foirades’ı gibi…”. Foirades ya da fizzles. Yani “başarısızlıklar.” Adına rağmen Beckett’in büyük başarı kazanan kitabı.

 

Brevis sed optime diye bitiyor Öykü Uçları; yani, “kısa ama mükemmel.”

 

 


 

 

* Görsel: Gençay Aytekin

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.