Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hasan'ı bol kasabanın uçkuruna düşkün romanı



Toplam oy: 2034
Mustafa Şahin
Ayrıntı Yayınları
Kasaba-taşra hikayeleri romanlara girmeye başladığı için umutlu olmalıyız. Zira üstüne mangal külü serpilmiş kor ateş gibi için için yanan birçok hikaye, tevatür, dedikodu ve hatta masal böylece ortaya çıkacak, bir süredir teklemekte bulunan romanımıza katılacaktır.

Ayrıntı Yayınları, 2011’den bu yana A. Ömer Türkeş editörlüğünde Türkçe Edebiyat Dizisi çıkarıyor. Şimdiden birçok yeni roman bu seriye katıldı ve edebiyatımıza çeşitlilik, boyut kazandırdı. Ayrıntı camiasında yer alan yazarlardan Mustafa Şahin'in romanı, şayet başlığı dikkate alınırsa, hele kitap kapağı olarak bir baykuş görseli kullanılmışsa, işte bu yüzden gerilim romanı türüne aitmiş gibi ilk başta bir izlenim bırakır. Öyle ya, lanet, sır, muska ve büyü gibi şeylerle ilintili görünmektedir. Nitekim biraz öyledir ancak romanın güçlü bir temel hikayesi vardır.

 

Romanların ilk cümlesi define sandığını açan paslı bir anahtar gibidir. Benim için de öyledir ve daha ilk cümlede iyi bir yapıtla baş başa kalıyor olacağımı düşünürüm. “Çıkmaz bir sokaktaki ev nasılsa, yolun sonundaki kasaba da öyleydi, yalnız ve can sıkıcı...” Bu güçlü başlangıç, sonraki bölümlerde yer yer düşüşe geçer, buralar yazarın yorgunluk gösterdiği yerlerdir. Baştan sona muhteşem cümlelerle dolu değildir roman; olsun, ama kendini okutur! Dil açısından temiz ve akıcı bir Türkçeyle yazılı roman, elbette yerel sözcüklere italik kullanarak yer veriyor. Adı verilmemiş olmakla beraber, Bartın olduğuna yemin edebileceğimiz kasabada, 1980 sonrasının biraz belirsiz bir zaman diliminde yaşanmışlığın romanı okunacaktır.

 

Orman memurluğundan emekli Kâmil Bey'in, kasaba meydanına bakan apartman bozması bir binanın çatı katı altındaki dairesinde, karısı Azize Hanımla birlikte geçirdiği yarı kör zamanları okuyacağız. Kâmil Bey, şeker hastalığından gözlerini hemen hemen kaybetmiştir, ama cinselliğini koruduğuna sevinir; roman boyunca içtiği sigaradan okurun dumanaltı olması mümkündür. Kâmil Bey, artık nefrete dönüşmüş evliliğinde Azize'ye adeta düşman gibi davranır, fakat hem kendi üç aylığı yattığı zamanlarda hem de İstanbul'daki ilk hanımından olma evladı ona arada bir harçlık gönderdikçe, üst katlarında oturan evli bir kadını parayla yatağına çağırır. Yine kasabanın bu işlerini gören kimileri Azize'nin evde olmadığı zamanları kollar, ki Azize Hanım bilerek uzaklaşmaktadır evden, ve Kâmil Bey’e kadın getirir. Kadın, Kâmil Bey için adeta tutkudan ötedir, abıhayat dedikleri cinsten ona yaşam gücü verir. Gelen kadının nasıl olduğu önemli değildir, o kokuyla kadını tanır. İşte bunu okuduğumuz zaman aklımıza Kadın Kokusu adlı film gelecek, orada gözlerini kaybetmiş Al Pacino'nun canlandırdığı emekli albay karakterini hatırlayacağız. Ormancı, neyse ki tango yapmaz ve kör gözüyle araba sürmez!

 

Lanet katmasa da olurdu

 

O yatağından çıkmadan bütün günlerini kasaba meydanını dinleyerek geçirecek, yakın dostu Öğretmen Hasan ve binanın alt katında işleyen Berber Hasan arada bir ona gelip gidecektir. Yapıtın bir kapanış-tükeniş romanı olduğunu edebiyatçımızın yazış tekniğinden daha başlarken anlamak mümkündür, belli ki Kâmil Bey'in sonu pek hayırlı değildir. Onu, romancının tayin ettiği bu son günlerinde, yakın dostları sık sık ziyaret edecek ve hayatından kimi kesitleri aktarmasını isteyeceklerdir; romanın kurgusu bu anlatımlarla gelişir. Tam da o sırada, kasabanın baş imamı sayılan ve herkesin kulak verdiği İmam Hasan (yazarımızda bir Hasan takıntısı vardır, bunu da saptarız!) kasabada bir lanet gezindiğini söyleyerek halkı belirsiz bir düşmana karşı kışkırtmaya başlamıştır. İmamın sözlerine eşlik ediyor gibi baykuş türünden bir puhu kuşu, ki batıl inançlara göre bacasına konduğu evden mutlaka bir ölü çıkacaktır, gider gider Kâmil Bey'in apartman bacasına tüner. İmam bunu delalet gösterip halkı kışkırtır. Ancak üstü örtülü olarak, ormancının Öğretmen Hasan'a anlattığı eskiye dair hikayelerden anlarız ki İmam Efendi, onun gayri meşru çocuğudur. Zira ormanlarda astığı astık, kestiği kestik dolaşan Ormancı Kâmil, gözüne takılanı yatağa atmıştır, birçoğundan adlarını bilmediği çocukları dahi vardır...

 

Bana göre, bu hikayeyi içine lanet ve puhu kuşu koymadan da yazarımız aktarabilirdi; bu ilk düşüncemdir. Romanı titiz bir dille yazan romancının birçok yerde “de", "da" ve "ki”nin kullanımı başta olmak üzere imla hatalarına düştüğünü anlayışla karşılayıp kabulleniriz; zira roman yazılırken edebiyatçının telaşı vardır, bir an evvel sona gelmek ister. Ama onun hızını gözden geçirecek olan düzeltmenlerin bu ufak tefek şeyleri unutmaması gerekir; bu da ikinci saptamamdır.

 

Romanıyla yazarın, Yılmaz Güneyvari efelenmesi bol bir kadın karşıtlığıyla suçlanabileceği, hatta kimi eleştirmenler tarafından kınanacağı tehlikesini de görmekteyim; ama bir kez yazılmıştır, ok yaydan ve söz kalemden çıkmıştır. Bir de Şahin'in Şekspiryen bir tavırla roman karakterlerini zaman-mekan dışına çıkardığı akılda tutulmadan roman ele alınmamalıdır.

 

Sonuç olarak; kasaba-taşra hikayeleri romanlara girmeye başladığı için umutlu olmalıyız. Zira üstüne mangal külü serpilmiş kor ateş gibi için için yanan birçok hikaye, tevatür, dedikodu ve hatta masal böylece ortaya çıkacak, bir süredir teklemekte bulunan romanımıza katılacaktır. Bundan hiç kuşkusuz Türk edebiyatı kazançlı çıkar. Bartın'da lise öğretmenliğini sürdüren taşra yazarı Mustafa Şahin'in ilk romanı Kasabanın Laneti'ni de buna bir örnek olarak gösterebiliriz.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.