Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İyi Romanlar Kötü Filmler



Toplam oy: 160
Sinemanın edebiyata duyduğu tutku çok eski bir hikâyedir. Romanlar sinema için daima iştah kabartan bir malzeme olmuştur. Sinema tarihinin ilk filmi olarak kabul edilen Aya Yolculuk'un bir uyarlama olduğunu hatırlayalım. Othello’dan Hamlet’e, Faust’tan Kamelyalı Kadın’a, Budala’dan Doktor Jivago’ya burada saymakla bitiremeyeceğimiz bir liste çıkarmak mümkündür.

“Anlatacak hikâye bulmak için kitapları ve dergileri inceleyen yönetmenler sağlıklı balıklarla dolu hızla akan bir akarsuyun kenarında yaşayıp sardalye konservesi yiyen insanlar gibidir.”* Abbas Kiyarüstemi bu harika cümlede sinemanın en kestirme ve güvenli kaynağını işaret ediyor. Sanatsal üretim sürecinde konu ya da idea aranan bir şey değildir, zaten bulunmuş olandır. Arayışın kendisini mutlaklaştırmak, onu bizatihi bir değer olarak konumlandırıp ondan bir türlü kopamamak, hastalıklı bir romantizmin ya da yeteneksizliğin müşkülpesent görünümlü mazeretinin ifadesidir.

 

Sinemanın edebiyata duyduğu tutku çok eski bir hikâyedir. Romanlar sinema için daima iştah kabartan bir malzeme olmuştur. Bu durum sinemanın erken evresi için belki de kaçınılmazdı; zira bu genç sanata bir saygınlık kazandırmak, onu bir panayır eğlencesi olmaktan kurtararak diğer sanatların aristokrat çeperinde bir yer edinmesini sağlamak kaygısına matuftu. Sinema tarihinin ilk filmi olarak kabul edilen Aya Yolculuk'un bir uyarlama olduğunu hatırlayalım. Othello’dan Hamlet’e, Faust’tan Kamelyalı Kadın’a, Budala’dan Doktor Jivago’ya burada saymakla bitiremeyeceğimiz bir liste çıkarmak mümkündür.

Bir roman hiçbir şekilde sinemada mutlak bir karşılık bulamaz. Zira sinemanın görsel alanı romanların literal anlamını yutarak kendini var edecektir. Hiçbir sanat, sınırları keskin ve derin hatlarla belirlenmiş olan diğer sanat formlarına dönüşemez veya birbirinin malzemesi olarak kendisi kalmayı, biricik ve benzersiz olmayı başaramaz. Esasen roman ve sinema ancak birbirine dokunmadan daha saf kalmayı başarabilir.
Roman ve sinema arasındaki bu ayrımı en belirgin biçimiyle hissettiğimiz örneklerden biri de Ses ve Öfke'dir.

Romandan filme Ses ve Öfke
Ses ve Öfke (The Sound and The Fury, 1929)** yüzyılın en büyük romanlarından biri olarak yönetmenlerin ve yapımcıların dikkatinden kaçmamıştır. Roman iki ayrı yönetmen tarafından altmış yıl ara ile beyazperdeye aktarılmıştır. Faulkner bu benzersiz eserinde Missisipi’de yaşamakta olan Champson ailesinin üç kuşak boyunca devam eden hikâyesini anlatır. Romanın konusu bir yana Ses ve Öfke’yi benzersiz kılan şey onun üslup özelliğidir ve bu sıra dışı özelliği ile “film olamayacak romanlar” kategorisine dâhil edilmelidir. İlk bakışta romanın dramatik yapısı ve büyüleyici atmosferi, hikâyenin sürekli değişen dinamik kurgusu ile sinema için cazip bir malzeme olarak görülse de esasen büyüklüğünü literal kusursuzluğuna ve benzersiz üslubuna borçludur.
Peki ya bir “film olarak” Ses ve Öfke’nin payına düşen nedir? Yönetmenliğini James Franko’nun yapmış olduğu 2014 yapımı filmden hafızalarımızda geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştır. Romanı okuyanlar için film tam bir hayal kırıklığıdır.
Huzur’u sinemada görmek
Huzur da tıpkı Ses ve Öfke gibi sinemanın alanından uzak durması gereken romanlardan; ilk kez tefrika edildiği 1948’den bu yana geçen yetmiş iki yıl boyunca yeniliğini tazeliğini koruyor. Bir roman olarak başarısını dramatik yapısından çok ruhsallığına, derin monologlara ve elbette dil ve üslup özelliğine borçlu. Bu yönüyle Huzur, edebiyatla sinemanın en keskin ayrımlarının hissedildiği tehlikeli bölgede duruyor.
“Huzur”; dönemi, karakterleri, olay örgüsü gibi klasik ölçülerle bakıldığında bile sinematografik olmaktan çok uzak bir roman. Dikotomiler, çelişkiler, tenakuzlar son derece keskin ve şematik; kahramanların karakteristik özellikleri ve dönemin sinematografik atmosferi en kestirme yoldan Yeşilçam’ın çepeçevre kuşattığı hazır imgelere yönlendiriyor bizi: Eşsiz güzelliğiyle Boğaziçi, köşkler, yalılar, eski İstanbul sokakları; Mümtaz’la Nuran’ın imkânsız aşkları, iyinin ve kötünün, güzelin ve çirkinin didaktik birlikteliği…
Elbette bir film olarak tasarlandığında bütün bu zaaflar aşılabilir, Huzur’a yeni bir yorum getirilebilir, dramatik yapı, kahramanlar ve mekânlar değiştirilebilir ancak o zaman da elimizde kalan Huzur değil başka bir şey olur: En iyi ihtimalle iyi bir edebi senaryo. Edebi senaryolar (eğer böyle bir tür varsa) yönetmenini mahcup edecek güzelliktedir ve ne yazık ki hiçbir senaryo okunmak için yazılmaz.
Nihayetinde Huzur bir film olarak, seyirci için pişmanlık yönetmen için başarısız bir deneyim, Tanpınar okurları içinse memnuniyetsiz bir tecrübe olacaktır.
Kim bilir belki de Brecht haklıdır: “Ünlü romanların sinema uyarlamalarının başarısızlığı sinemanın çok daha başka görevleri yerine getirdiğini göstermektedir, romanları yıkmakta, yüzlerdeki maskeyi söküp atmaktadır, bozguna uğramakta olan sinema değil romandır.” ***
En doğrusu beklemek ve görmek.
• Abbas Kiyarüstemi İle Sinema Dersleri,
Redingot Yayınları,2017, s. 19
• Ses ve Öfke (The Sound and The Fury, 2014)
James Franko
• Bertolt Brecht, Sinema Yazıları.
Görsel Yayınlar.1977, s. 95

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.