Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kimin için yazıyoruz?



Toplam oy: 1246
Hande Koçak
Yapı Kredi Yayınları
Kitabı kapattığımda başlangıçtaki soruma geri döndüğümü fark ediyorum: Kimin için yazıyoruz? Daha da mühimi; ne için yazıyoruz? Anlaşılmak için mi, anlamak için mi?

"Sanat sanat için midir? Sanat toplum için midir?" sorularının birçoğunuza lise sıralarını hatırlattığının farkındayım. Bugün çözümsüz görünen bu soruyu arkamızda bırakmış olsak da benim kafamı hala kurcalayan başka bir soru var: Kimin için yazıyoruz?

 

Çocukluğumdan beri ilgimi çeken bir konudur bir düşüncenin bir insanın zihninde nasıl belirdiği, nasıl olgunlaştığı. Fakat en çok merak ettiğim şey insanların nasıl hayal kurduğu olmuştur. Yaşım ilerleyip edebiyata meyillim arttıkça bu merak çoğunlukla sanatçılar ve özellikle yazarlar üzerinde derinleşmeye başladı. Hande Koçak’ın kaleminden çıkan Uyanmadan Önce Gezegen’e de ellerim bu merakla uzandı.

 

Kitabın arka kapağındaki tanıtımı şöyle:

 

"Tekinsiz yazarların ormanlarında dolanıyor Hande Koçak. Gerçeküstücülükten psikanalize, 20. yüzyılın büyük labirentlerinde iz sürüyor, bugünü zorluyor. Denemeyle örtüşüyor, öyküye dalıp çıkıyor, anılarla hesaplaşıyor. Kurmacayla gerçekliğin kesişim noktasında adının bütün hakkını veren anlatılar…"

 

Bu küçük girizgah beynimin kıvrımlarını kaşındırmaya yetiyor. Neyle karşı karşıya olduğumu bilemiyorum ve bu beni müthiş cezbediyor doğrusu. Yazarın yol göstericiliğinde edebiyatın yakın tarihinde gizemli bir yolculuğa çıkacağımız beklentisi içerisindeyim.

 

Tedirgin bir okuma hali

 

Ben kolayı seven bir okur değilimdir pek. Aksine yazarın önüme bazı ufak engeller döşemesi ulaşmaya çalıştığım dünyaya dair merakımı dürter, beni daha zorlu bir okumaya tahrik eder adeta. Kitabın "Düğüm" başlıklı giriş bölümü de bu merakımı dürter cinsten. Dağcılık terimlerinin felsefe ve edebiyat ile iç içe geçtiği bu bölümler her gün rastlayacağımız türden bir şeyle karşı karşıya olmadığım hissini veriyor. Ve itiraf etmem gerekirse bu bölüm burnuma buram buram Oruç Aruoba kokuları salıyor.

 

Bu bölümden sonra kitap beş fasıla bölünmüş durumda ve her fasılda değişen ve dönüşen biçimler bekliyor. Bu fasıllarla içli dışlı oldukça anlıyorsunuz ki kitap tanıtım yazısında vaat ettiklerini büyük ölçüde veriyor. Yazarların içine batıyor, mekanların içine batıyor, olanların içine batıyor.

 

Birinci fasıl neredeyse en kısa olan bölüm ve öyküye göz kırpıyor. Özellikle "Impromptu Für Anatolia" başlıklı anlatıda bir hadiseye hızla batırılıp çıkarıldığımı hissediyorum; kısa bir ana şahitlik ediyor, fakat neredeyse hiçbir şey anlamıyorum. Bu noktada zihnimi bir soru işareti kaplıyor. Yazar bu satırları benim anlamam için mi yazmış, kendi anladıkları için mi? Seslendiği ben miyim? Yoksa kulağımı onun kapısına dayamış, kendi kendine söylenmelerini sinsi sinsi dinliyor muyum? Yazar karşısında konumumdaki bu belirsizlik ister istemez okuma deneyimime de sirayet ediyor, meraklı bir okuma halinden tedirgin bir okuma haline geçiyorum.

 

İkinci fasıl daha ziyade okuma deneyimlerine eğildiğinden bana yazarla irtibatımın biraz olsun güçlendiği hissini veriyor. Çünkü bu fasılda yazar ile kurduğumuz ikili dünyaya dahil olan ve yazarın da bir okur olarak ilişki kurduğu başka yazarlar var. Bu durum yazarla konumlarımızı biraz olsun eşitliyor, belirsizliği ve tedirginliği paylaşan insanlara dönüşüyoruz kimi sefer.

 

Üçüncü fasıl günlük biçiminde yazılmış. Yazarların günlüklerini okumaya bayılırım! Fakat yanlış anlaşılmasın, garip bir röntgencilik merakı değil benimki. Daha ziyade yazdıklarını okudukça güçlü birer bağ kurduğum bazı yazarların yazdıklarıyla nasıl bağlar kurduğunu anlatır bana günlükleri. Fakat bir yönüyle de tedirgin ederler beni. Yazar bütün bunları niçin yazmıştır? Birileri okusun diye mi? Eğer öyleyse ben yazarın merak ettiğim o iç dünyasına ne derece dahil olabilirim o yazdıklarının başkalarınca da okunacağını bilerek benimle kendisi arasına bir persona duvarı örerken? Yoksa tamamen kendisi için, anımsamak ve unutmak için mi yazmıştır? Bu durumda benim o satırları okumam bir mahremiyet ihlali midir? Ve en korkuncu; ya özüne vakıf olunca bu yazarı sevmezsem?

 

Bu bağlamda kitabın üçüncü faslı kesinlikle ortada bir yerlerde duruyor. Bir yanıyla çok kişisel fakat öbür yandan da öyle kapalı bir anlatımı var ki bu satırları okumak hareket halindeki bir trenin penceresinden dışarıdaki görüntüleri izlemek gibi. Bana sorarsanız yazar bu bölümü kesinlikle birileri tarafından okunacağını düşünerek yazmamış fakat bir hatırlama çabası da değil bu satırlardaki. Bende daha ziyade bir unutamama, zihnin o yumuşak çamurunda debelenme, kendi içinde çözümsüz kalma duygusu yaratıyor. Bu duyguyu tanıyorum.

 

"Akışkanlar Mekaniği" adını verdiği dördüncü fasılla yazar öykünün bulanık sularına dönüş yapıyor. "El Romanesque" başlığı taşıyan beşinci bölüm ise belli ki yazarın hayatında yer etmiş bazı yazarlara, yine onların yazdıklarından yola çıkılarak çakılan bir selam niteliğinde.

 

Kitabı kapattığımda başlangıçtaki soruma geri döndüğümü fark ediyorum: Kimin için yazıyoruz? Tatmin edici bir okuma için yazarın okurunun varlığını aklında tutması ve kendi evrenini bir süzgeçten geçirmesi gerekli midir? Yoksa asıl olan yazarın evreninin en saf ve karmaşık haliyle sunulması mıdır? Daha da mühimi; ne için yazıyoruz? Anlaşılmak için mi, anlamak için mi? Belki bu soru gelecekte bir gün bir lisenin edebiyat dersinde tartışılabilir, kim bilir?

 


 

* Görsel: Kaan Bağcı

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.