Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Pos bıyıklı bir kadavra



Toplam oy: 983
Kolektif // Çev. Ömer Aygün
Edebi Şeyler
Mallarme üzerine derinlikli bir çalışma, maalesef bu zamana kadar yok idi. Ömer Aygün'ün hazırlayıp çevirdiği şiirlerini, düzyazılarını, mektup ile taslaklarını da içeren profil kitabı, önemli bir eksikliği gidermek için başarılı bir hamle.

Edebiyatımız üzerine açılan hemen her konuşmada söz alan şairse ilk elden şiirimizin kadim tarihinin altını çizer. Elbette şiir köklü geçmişine karşın geriye itildiği için bu tespiti her fırsatta ortaya dökmekte haklılık payı var. Fransız merkezli Batı şiirinden ilhamla, modern şiirin tuğlalarının yerleştirildiğini Yahya Kemal, Tanpınar, Dıranas, Ziya Osman Saba, Tarancı ve Necatigil'de çok net görürüz. Modern şiirimizin ilk adımlarını kazıyınca altından çıkan şairler: Baudelaire, Mallarme, Valery, Verlaine, Rimbauld. Yani Fransa merkezli Batı şiirinin önemli isimleridir.

 

Bazı beylik sözler şiirle ilgili hemen her yazıda bağlamı dahilinde yer alır. O söze can verenler de her alıntıda yeniden ve yeniden anılır. Bizim şiirimizin modernleşme sürecinde etkilendiği şairlerden biri olan Mallarme de bu beylik sözlerin sahiplerinden biridir. Şöyle ki çarpıcı fikirleri olduğunu ancak bunları şiire dökmeyi bir türlü başaramadığını belirten ressam Degas’a cevaben söylediği “Şiir fikirlerle değil kelimelerle yazılır,” sözü nerdeyse hemen her yerde “Şiir kelimelerle yazılır/yapılır,” halinde, bir tür dolgu malzemesi olarak kullanılıp Mallarme ismi ve sözün esas bağlamı atlanılmıştır.

 

Fetişleştirilen bu aforizmik ifadeyi poetikasında bunu ortaya koyan Cemal Süreya şöyle der: “Şiir geldi kelimeye dayandı.” Hatta 2000'li yıllarda Ahmet Güntan da yazılarını içeren kitaba “Şiir geldi kelimede boğuldu” adını vererek Mallarme ve özellikle Süreya'ya bugünkü mevcut fetişik halden eleştirel bir bakışla selam yollar.

 

Bunca referans gösterilen, çiğnelip sakız edilen ifadenin sahibi Mallarme üzerine derinlikli tek bir çalışma, inceleme maalesef bu zamana kadar yok idi. Ömer Aygün'ün hazırlayıp çevirdiği, Mallerme’nin şiirlerini, düzyazı ve mektup ile taslaklarını da içeren profil kitabı, bu anlamda önemli bir eksikliği gidermek için başarılı bir hamle.

 

“Şair olsaydım onun gibi yazmak isterdim,” diyen Ataç'ın Mallarme üzerine söylediği şu sözler dikkat çekicidir: “Kendi dilime çevirmeye, şairin ne dediğini, ne üzerine konuştuğunu anlamaya ihtiyacım yok, bunun güzel olduğunu biliyorum. Bir şeyin manası, remzi değil, bir şeyi, bir hali söyleyen bir söz değil bu, başlı başına bir şey, bir nesne.” Bu ifadelerden eleştirmen Ataç'ın şairin şiirinde problem ettiği güzellik olgusunu, bir şeyin kendisi ya da anlamı yerine onun etkisinin derinliğini, estetiğini fark ettiğini anlıyoruz.

 

Özel isim / cins isim

 

“Bir şair dünyada yalnızca ve yalnızca şair olmalı oysa ben bir kadavrayım,” diyen bu pos bıyıklı Fransızı okuyarak “cins isim” olmaktan “kurtaralım”.

 

 

Mallarme'nin en temel meselesi cins ve özel isimlerdir. Bu iki isme kafa yormasında bireysel tarihindeki ölümler de etkili olmuştur. Ölümle birlikte bir mezarlık yani nesne olan insan artık bir cins isimdir. Şiir ise “özel isim” arzusunu; şeylerin cins ismini değil, “özel ismini” dile getirmelidir. “Yapıtımın konusu güzellliktir. Görünüşteki konu güzelliğe varmak için sadece bir gerekçedir,” diyen şairin söylemdeki güzellik değildir varmak istediği, o güzelliğin etkisine ulaşmak ister. Şairin, hayranlık duyduğu Baudelaire ve onun çevirileri sayesinde okuyup çarpıldığı Poe, uğruna İngilizce öğrenerek anadilinde hesaplaşmayı göze aldığı hatta tüm hayatı boyunca boğuştuğu isimlerdir. Evet, hayatındaki ölümler kadar ruhunda gezinen bu iki isim de onun bitmeyen bunalımıdır. Öyle ki, 1866’da Cazalis'e yazdığı mektupta bu derin yaranın sızısını görmemek mümkün değildir: “Şiir olarak düşlediğim şeyi ortaya koyacağım. Poe'ya layık. Onunkinden aşağı kalmayacak bir şiir. Ne yazık ki dizeyi bu noktaya kadar kazarken, iki uçurum çıktı karşıma umudumu kırıyorlar. Bir tanesi Hiçlik... Evet biliyorum biz maddenin boş biçimlerinden başka bir şey değiliz. Ama tanrıyı ve kendi ruhumuzu yaratacak kadar da yüceyiz. Öyle yüceyiz ki dostum! Maddenin bu gösterisini onun bilincinde olarak kendime izleteyim istiyorum, var olmadığını bildiği Düşün içine kendimi delice atayım yine de. Ruhu ve ilk çağlardan beri bizde birikmiş bütün tanrısal izlenimleri şarkıya dökeyim ve gerçeğin kendisi olan Hiçin önünde bu görkemli yalanları haykırayım.” Evet esas dertlerinden biri olan güzelllikten önce şiirin özel isim olması isteğine burada da rastlıyoruz.

 

Kitapta yer alan; şairin çeşitli dergi ve gazetelere verdiği söyleşi, soruşturma yanıtları ile mektuplar düşünce dünyası ve poetikasını ele veren esas bölümler. Özellikle Verlaine'e yazdığı 1885 tarihli mektup şairin ruhsal durumunu, şiire bakışını, hayatının şifrelerini, renklerini, konturlarını imliyor. 1867'de dostu Henri Cazalis'e yazdığı mektuptaki şu satırlar şiire bakışını kavramamız için oldukça anlamlı: “Kesin konuşacak kadar hiçlik derinliklerine indim. Yalnızca güzellik vardır. -Şiir de onun tek ve mükemmel dışavurumudur. Gerisi yalan- bedenle yaşayanlar için aşk ve tinin aşka olan arkadaşlık dışında. (...) Benim için şiir, aşkın yerini alıyor. Çünkü kendi kendisine tutkun ve kendine duyduğu şehvet nefis bir biçimde benim ruhuma düşüyor: Ama itiraf ederim ki yapıtımı, Yapıtı atalarımız simyacıların dediği gibi bitirmemiş olsaydım elde ettiğim ya da daha önce olduğum kişide bulunduğum Bilim bana yetmezdi. Ve üstün Yokoluşa yüreğim buruk giderdim.”

 

Binbir uğraşla seçtiği, ses ile anlamın uyumunu tartarak yan yana getirdiği o biricik sözcükten ve birbirinden çarpıcı etki uyandıran dizeden başlayarak üzerine çalışmayı ahlak edindiği kitap tasarısı, hayat tasarısı Mallarme'nin ilkgençliğinden itibaren tesadüf değil; onun tasarıma verdiği önemi ortaya koyuyor. İşte ölümünden hemen önce, yani 1898'de “Yirmi Yaşındaki Ülkünüz” başlıklı soruşturmaya verdiği yanıtta da bunu görebiliyoruz: “O dönemde kendime seçtiğim iş, yazı yazmak olduğundan, ülküm üstünkörü bile olsa kendi ifade ettiklerim dışında olasılık verilemeyecek bir şey değildi. Kendime yeterince sadık kaldım. Yani mütevazı yaşamımın hâlâ bir anlamı olmasına elverecek kadar sadık kaldım. Bunun yolu, kamuya açıklıyorum: Daha ziyade deneyim adıyla kapsanan, dışarıdan gelen rastlantısal katkıyı, her gün bana doğuştan gelen aydınlanışla, silkeleyerek tozunu almaktan geçiyor. İyi mi oldu kötü mü bilemem ama 20 yaşımdaki istemim ne ise bugün de el değmemiş haliyle o.”

 

Özellikle büyük heveslerle acil duygularla kitap yayımlamayı şiir üzerine düşünmekten, şiir yazmaktan daha çok önemseyen genç şairin kulağına küpe olacak ifadeleri Mallarme, Verlaine'a mektubunda şiirin “özel isim” olduğu vurgusuyla şöyle dile getirir: “Cilt cilt basbayağı bir kitap, mimari ve önceden düşünülmüş kitap olacak bir kitap; bir rasgele esinler toplamı değil, harika esinler olsa bile... Daha da ileri giderek şöyle diyeceğim: Temelde yalnızca bir tane olduğuna inanılan, eline kalem almış herkesin hatta alınyazısı cinlerinin bilerek ya da bilmeyerek yazmaya çalıştığı kitap. Yeryüzünün Orhpeus'u açıklaması. Şairin tek görevi.”

 

“Bir şair dünyada yalnızca ve yalnızca şair olmalı oysa ben bir kadavrayım,” diyen bu pos bıyıklı Fransızı okuyarak “cins isim” olmaktan “kurtaralım”. Ve Roden'in şairin ölümü üzerine sorduğu sorduğu o soruyu bir kez daha hatırlayalım isterim: “Böyle bir beyni yeniden yaratabilmek için doğaya ne kadar zaman gerekecek?”

 

 

 


 

 

* Görsel: Tufan Kızılırmak

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.