Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Adalar bizi “Hişt! Hişt!” diye çağırınca




Toplam oy: 936
Sen hülyalar içinde dolaşırken, ben ‘adalarda geçen en sevdiğim macera romanları listesi’ni yaptım bile.

Haziran ayının, yani bir anlamda yaz mevsiminin gelişini adada karşılamaya karar vermiştik. Kelebek ile birlikte ilk ada vapuruna atladık ve kendimizi sahile attık. Aynı Sait Faik’in Dülger Balığının Ölümü’nde anlattığı gibi, bizim üstümüzde de etrafımızdaki güzellikten  kaynaklanan cazip bir titreme vardı. “Hani bazı yaz günleri hiç rüzgar yokken deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte öyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu.”
Deniz havası karnımızı acıktırmıştı. Kelebeğe “Hadi kahvaltı edelim,” dedim. Bizimki beni duydu mu, duymadı mı anlamadım. Buralara kadar yanında getirdiği kitaplarına ve özellikle de Sait Faik külliyatına gömülmüş, etrafına bakacağına, adayı kitaplardan öğrenmeye çalışıyordu. Soruma Sait Faik’in Sivriada öyküsünden bir parçayla karşılık verince anladım ki belli etmese de beni dinliyormuş… “Martılar ve karabataklar bu, denizin yüzünde zaman zaman sıçrayan, kaynaşan, dalan, yeniden çıkan balık kümelerine doğru hızla süzülüyorlar, batıyorlar, kanat çırpıyorlar, karabataklarla mihal kuşları dalıyorlar, bir deniz üstü canlı sabah kahvaltısı iştahı içinde, bütün canlılar faaliyetteydi. Bu, insana bir sabah kahvaltısının iştahlı hali gibi gözüken kaynaşmadaki gizli vahşilik hiç belli değildi. Milyonla canlıyı, milyonla canlı kovalıyordu.”

 


Seninki de çevresine yabancılaşmış her modern insanın mutluluğu kaçışta aramasından başka bir şey değil. (Görsel çalışma: Danna Grace)

 

Doğrusu kahvaltı için iştahım kaçmıştı ama bu güzel günde keyfimi de kaçıracak değildim. Oturduğum yerde zevkle hafifçe gerinerek, “Ah kelebek, keşke seninle kendimize ait küçük bir adamız olsaydı, ne güzel olurdu değil mi?” dedim. Bizimki hemen D.H. Lawrence’ın Adaları Seven Adam’ını açıp okumaya başladı: “Adaları seven bir adam vardı. Bir adada doğmuştu, ama çok kalabalık olduğu için oradan hoşlanmıyordu. Onun istediği, tümüyle kendisinin olacak bir adaydı: Orada ille de bir başına yaşaması gerekmiyordu, ama orayı kendi adası kılmalıydı. Kocaman bir adanın bir anakaradan farkı yoktur. Bir adanın kendini ada gibi duyumsaması için enikonu küçük olması gerekir. Kaldı ki, bu öykü de, insanın bir adayı kendi kişiliğiyle doldurabilmesi için, o adanın ne kadar küçük olması gerektiğini anlatıyor.” Kelebek okumasını bitirdikten sonra “anladın mı?” der gibi bir bakış attı ve “Seninki de çevresine yabancılaşmış her modern insanın mutluluğu kaçışta aramasından başka bir şey değil. Kendine ait bir ada istemeyen mi var? Bu olamayacağına göre kaçışı, kendine ait yegane ada sayılan edebiyatta ara bari,” dedi.

Bizim küçük ukalayı duymazdan gelip kendi romantik düşüncelerime dalacaktım ki Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unu anımsadım… “Ertesi akşam söz vermiş gibi iskelede birbirlerini buldular. Sabih’le karısı ortada yoktu; genç kadın Fatma’yı halasına bırakmıştı. İskele ağır bir bahar kokusu içindeydi. Hemen herkesin elinde büyükçe bir çiçek dalı vardı. Birkaç kişi yeni açmış gül demetleri taşıyorlardı. Bütün kalabalık bir çiçek yağmasından geliyor gibiydi.”

 

Adalarda kitaplarla macera


Kelebek de altta kalmadı. Hemen, Demir Özlü’nün Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları’ndan nefis bir alıntıyla karşılık verdi bana: “Büyükada’ya gemi yaklaşırken, Splendit Oteli, beyaz ahşap kaplamalı önyüzüyle, yuvarlak kubbeleriyle görünür. Adanın yumuşak, yukarı Akdeniz iklimi insanın yüzünü okşar. İskele alanındaki, yaz mevsimine özgü kalabalık insana kalabalıktan biri olduğunu, kendi küçük varlığıyla birlikte, orada yaz kalabalığı içine karışıp gitmesi gerektiğini, yalın bir mutluluğun, tutkusuz bir yaşamın en doğru yaşama biçimi olduğunu düşündürür.”


“Eh!” dedim, “yaz kalabalığı içine karışmaktan bahsedene de bak. Sözde adaya geldik, yine başını kitaplardan kaldırmıyorsun.” Kelebek oralı bile olmadı. O zaten nereye giderse gitsin kendine ait edebiyat adasında yaşamaya alışkındı.  “Sen bunları bırak şimdi. Ada demek biraz da egzotizm, macera demek. Sen hülyalar içinde dolaşırken, ben ‘adalarda geçen en sevdiğim macera romanları listesi’ni yaptım bile,” dedi ve okumaya başladı. “Tabii ki en başta tüm o ‘adada tek başına’ fantezilerinin ana kaynağı olan Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe’u var. Ardından dehşeti, masumiyetin içinden çıkarıp bize gösteren William Golding’in Sineklerin Tanrısı geliyor. Robert Louis Stevenson’ın bütün bir ‘korsan adası’ temasına esin kaynağı olan Define Adası romanı unutulmaz. Müthiş bir bilimkurgu klasiği olan, H.G. Wells’in Doktor Moreau’nun Adası adlı romanı da... Romantik bir aşk öyküsüyle savaşı harmanlayan, Akdeniz kokulu bir Yunan adasında geçen, Louis de Bernieres’den Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini’ni de atlamayalım.”

 

“Adanın yumuşak, yukarı Akdeniz iklimi insanın yüzünü okşar.” (Görsel çalışma: Michael Blast)



Kelebek sustu. İkimiz de listesinin burada bitmediğini biliyorduk. Onun en sevdiği başucu romanlarından birini de bu listeye dahil edeceğini çoktan tahmin etmiştim. Az önce Yunan adası derken bile, sıradaki romanın ipucunu vermiş oluyordu. Gerilimi artırmak isteyen usta bir oyuncu gibi kısa bir süre sustuktan sonra, “Tabii senin de bildiğin gibi, adını andığım anda bile zevkle kanatlarımı titreten John Fowles’ın Büyücü’sünün bu listede ayrı bir yeri var. Fowles, en önemli eserlerinden biri olan Büyücü’de bir Yunan adasında geçen gizemli, zaman zaman ürkütücü ancak bir o kadar da görkemli ve lezzetli bir öykü anlatır. Mitolojiyle psikolojinin, edebiyatla hayal gücünün eşsiz bir harmanı olan bu roman, bence Fowles’ın başyapıtıdır.”
Kelebek konuşurken bir yandan yürüyor, yürüdükçe de açılıyorduk. Tam sözünü bitirmişti ki “Sen de duydun mu? Sanki biri ‘Hişt! Hişt!’ diye sesleniyor,” dedi. Duymamıştım ama yine de sesin nereden geldiğini anlamıştım tabii. Çünkü Burgazada’daydık ve bu ‘Hişt! Hişt!’in kimin çağrısını olduğunu ikimiz de çok iyi biliyorduk. Kelebek, aynı anda hem adanın ruhundan hem de kitap sayfalarının arasından gelen bu sihirli sese, onu baştan çıkarabilecek tek sese kulak verip uçup gitti. Ben de dudaklarımda Sait Faik’in belki de en bilinen satırları, kelebeğin ardından bakakaldım:


“Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları… Hişt hişt!”

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.