Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Gerçeklerden uyarlanmamıştır




Toplam oy: 1133
Tüm dünyada biyografik-otobiyografik romanlarda ve filmlerde gözle görülür bir artış söz konusu. Amerikan sineması bu "hikayelerin" pazarlanması bakımından merkez olmaya ve örnek teşkil etmeye devam ediyor.

Herkes hikayesini anlatmak istiyor. “İşte benim hikayem’’, “Hikaye sensin” sloganlarıyla ilham dağıtma, bir şeyleri pazarlama, başarı, kariyer, mutluluk satma çağındayız. Büyük, olağanüstü hayat hikayelerine gerek kalmadı artık. Kişisel ve spiritüel gelişim fikir ve ürünlerinin artışının/yayılmasının da etkisiyle her türlü hikaye birer ihtiyaç objesine dönüşmeye başladı. Sosyal medyanın etkisi de aşikar. Evet, herkesin bir hikayesi var. Sokakta gördüğümüzden daha fazlasına klavye başında ulaşmak mümkün artık. Bu hikayeler bize ulaşana kadar gerçekliğini ne kadar koruyor bilmiyoruz. Ya da gerçeğin ne kadarı, hikayenin ne kadarı ulaşıyor bize? Açıkçası, okuduklarımızın, izlediklerimizin doğru olup olmamasıyla çok ilgilenmiyoruz. “Gerçek” diye belirtilmesi yetiyor. Ezelden beri gerçek hayat hikayelerinin sevildiği, katharsis için şart olduğu yazılı olmayan bir kural zaten. Diğer taraftan kurmacada bile “gerçek” şeylerin peşine düşüyoruz. Yazarın dünyası ve gerçek-kurmaca ayrımı, gerçeğin kurmacadaki payı roman var olduğundan beri tartışılıyor. Muhabirlerin favori sorusu hiç değişmiyor: “Kendi hayatınızın ne kadarı var romanda?”, “Çocukluğunuzun izlerini görmek mümkün mü filminizde?” Bu böyle sürecek, kaçış yok. Gerçek denmesi yetiyor bize çünkü. 

 

Tanıtımında ya da jeneriğinde o sihirli notu daha sık görmeye başlıyoruz: “Gerçek hayattan uyarlanmıştır.” (Gerçeklerden uyarlanmasına gerek yok, sadece gerçek hayattan olması yetiyor.) Tüm dünyada biyografik-otobiyografik romanlarda ve filmlerde gözle görülür bir artış söz konusu. Amerikan sineması bu “hikayelerin” pazarlanması bakımından merkez olmaya ve örnek teşkil etmeye devam ediyor. Hikaye-senaryo sıkıntısı çektiği için edebiyata daha sık sarılan Hollywood’a ve özellikle bu üretimin taçlandırıldığı Oscar ödüllerine bakıldığında bunu açıkça görmek mümkün. 

 

 

Bu yıl en iyi film dalında aday gösterilen dokuz filmden dördü, Keskin Nişancı (American Sniper), Enigma (The Imitation Game), Her Şeyin Teorisi (The Theory of Everything), Özgürlük Yürüyüşü (Selma) ve diğer dallarda adaylıkları bulunan Foxcatcher, Unutma Beni (Still Alice) ve Yaban (Wild) biyografik filmler. Bunlardan Foxcatcher ve Özgürlük Yürüyüşü haricindekiler roman uyarlaması. Yine ana dallardan en iyi erkek oyuncu dalındaki dört karakter de gerçek kişiler olarak dikkat çekiyor. Aslında geçmişe baktığımızda bunun değişmeyen bir eğilim olduğunu, biyografik filmlerin ve uyarlamaların her zaman hem gişede hem de ödüllerde karşılığını bulduğunu görebiliyoruz. Bunun herkesin bildiği gibi temel sebepleri var. Jenerikte “yaşanmış bir hikayeden uyarlanmıştır” ibaresi filmi satmak için güçlü bir neden. İkinci olarak bu hikayeler dramatik anlamda seyirciyi etkileyecek özelliklere sahip. Hayatı aktarılan kişinin alanında çok başarılı, ünlü olması, mucizeler yaratması veya fiziksel, zihinsel bir hastalığının, engelinin olması yahut haksızlığa uğraması, haksız bir şekilde yaşamına son verilmesi gibi uzun bir liste. Zaten oyuncuya makyajın altında yıldızlaşma, gösterişli performans sunma fırsatı veren, “tanıyamadım, ne kadar değişmiş” dedirten rollerin hep bu şablonlardan çıkması boşuna değil. Sinema tarihinin en iyi oyuncularının da, tek bir rolle ciddiye alınan popüler isimlerin de Oscar’a hep o bildik formüllerle ulaşması da tesadüf değil elbette. (Örneğin Julianne Moore, Boogie Nights, The End of the Affair, Far From Heaven, The Hours’taki muhteşem performanslarıyla değil, Alzheimer hastalığına yakalanan bir profesörü canlandırdığı Still Alice’teki formüllere dayalı rolü ile Oscar kazandı maalesef.) Deforme olmuş suratlarıyla, 20-25 kiloya kadar alıp-verdikleri diyetlerle veya herhangi bir hastalığı gösterebilmek için tanınmayacak hale soktukları fizikleriyle, kısaca gerçek bir karaktere dönüştükleri o gösterişli değişimle alkışı, ödülü, hayranlığı kazanıyorlar. Bu yıl en iyi erkek oyuncu dalında Oscar kazanan Eddie Redmayne, bu değişimin en taze örneği. Her Şeyin Teorisi’nde Stephen Hawking'i canlandıran Redmayne, fiziksel olarak büyük değişim gerektiren rolünün altından kalkıyor elbette ama henüz kağıt üzerindeyken bu rolün Oscar’a gideceği belli olduğuna kimse itiraz etmez sanırım. 

 

Politik soslu dramalar

 

Politik konuların dramaya sos edildiği “gerçek” hikayeler de başka bir formül. ‘’Mesele’’ geçmişte kaldıysa –geçmişte kaldıysa, diyorum, çünkü sektör güncel ve yanı başındaki ayrımcılık ve insan hakları ihlallerini görmeyip, dile getirmekten çekinip, geçmişte yaşanmış, artık sahiplenilmesi, konuşulması zararsız hikayeleri sömürmeyi seviyor- tarihe olumlu ya da olumsuz anlamda yön vermiş kişiler ve olaylar konvansiyonel bir sinemayla perdeye geldiği sürece seyirciyi çekiyor. Ava DuVernay imzalı, Martin Luther King’in öncülük ettiği protesto yürüyüşlerini konu alan Özgürlük Yürüyüşü’nün adaylığına bu açıdan bakılabilir. 

 

Diğer yandan, bazı hikayeler ne kadar geçmişte kalırsa kalsın hâlâ “rahatsız edici” kısımlar törpülenip, çarpıtılarak sunulabiliyor ancak. Yine bu yılın adaylarından Enigma tam da böyle bir film. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların kullandığı Enigma şifrelerini çözen, dâhi matematikçi Alan Turing’in hikayesini anlatan film sinemasal zayıflığının yanı sıra Turing’in hayatını son derece yanlış bir şekilde uyarlıyor. Eşcinsel olduğu için yargılanan ve zehirlenerek ölen (!) Turing’in eşcinselliğini gösterirken homofobik olmayı başardığı gibi, devletin Turing’in ölümündeki payını iki-üç devlet görevlisi üzerinden göstererek meseleye dair hiçbir şey söyleyememiş oluyor. Enigma, gerçek bir hikayenin farklı bakış açısıyla yeniden üretilebildiğinin, dezenformasyona uğratıldığında kitlelere başka bir gerçek olarak satılabileceğinin “iyi” bir örneği. Fazlası değil.

 

Oscar adayları içerisindeki en yakın tarihli biyografik hikayelerden biri de Keskin Nişancı. Clint Eastwood’un Irak’ta 200’e yakın kişiyi öldüren paralı asker Chris Kyle’ı perdeye getirdiği film, Amerikan seyircisinin her zaman sevdiği ama özellikle 11 Eylül’den sonra yükselişe geçen milli duyguları okşayan militarist sinema kategorisinin “leş” örneklerinden; ABD’ye dair her şeyi kutsallaştırırken ırkçılık yapan, Chris Kyle’ı gözü kapalı bir şekilde kahramanlaştırırken gerçekleri çarpıtan öldürmeye dair bir güzelleme adeta. Keskin Nişancı, gerçeğin kısıtlı bir çerçeve dışına çıkarılmadan duyguları yönlendirmek için kullanılmasından ve ucuz bir propagandaya alet edilmesinden başka bir şey değil. 

 

Hem Amerikan sinemasına hem de genel eğilimlere dair birçok şey söyleyen bu örneklerin tam karşısında yer alan bir diğer Oscar adayı film Bennett Miller imzalı Foxcatcher ise perdedeki gerçeğin uyarlanma biçimiyle ne kadar alakalı olduğunu gösterirken hangi gerçeklerin görülmek istenmediğini de etkileyici bir şekilde özetliyor aslında. Beş dalda adaylık alsa da Oscar kazanamayan Foxcatcher, bir milyoner ve iki şampiyon güreşçinin arasındaki karanlık ilişki üzerinden son derece soğuk ve sert bir hikaye anlatırken, ABD’nin üzerine inşa edildiği fikirleri ve kapitalist sistemin “milli duygu”larla olan bağını eşine az rastlanır bir alegorik anlatımla perdeye getiriyor. Miller, gerçek bir hikayeyi yeniden üretirken kişileri en küçük detayına kadar kurmaca bir karaktere çeviriyor ve olayların kendisinden çok arkasındaki gerçekle ilgileniyor. Foxcatcher, yazıda bahsi geçen diğer bütün filmlerden her açıdan farklı bir yerde duruyor. Özellikle, “hiçbir şey göründüğü gibi değil” duygusunu taşıdığı ve gerçeği göstermeye çalışmayıp seyircisini gerçek üzerine düşünmeye davet ettiği için. Bu davetin değeri paha biçilemez.

 

 


 

 

* Görsel: Levent Y. İnce

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.