Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Mültecinin evi




Toplam oy: 1295
2012'den itibaren Suriyeli sığınmacılar Türkiye’deki kent merkezlerinde gitgide daha görünür durumda. Açık kapı politikası ile Türkiye'ye kabul edilen Suriyeli sığınmacılar da önce hiçbir hukuki karşılığı olmayan "misafir" statüsüne alındılar, daha sonra da hâlâ kamuoyuyla paylaşılmayan bir genelgeyle "geçici koruma" altına girdiler. Bu hukuki araf hali, sığınmacıların tepesinde sallanan bir kılıç ve büyük hak yoksunluklarına yol açıyor.

Suriye'nin 2001 başından beri yaşadığı iç savaşın neticesi olarak yerlerinden olan birçok Suriyeli, çok geçmeden civar ülkelere göç etmeye başladı. İlk gelenler Esad rejimine karşı mücadele edip can güvenliği tehlikeye giren aktivistlerdi. Akabinde Suriye ordusunun bombaladığı yerleşim yerlerinden kaçan sivil halka geldi sıra. Daha sonra da cihatçı grupların gittikçe güçlendiği Rakka gibi merkezlerden kaçışlar başladı. Esad rejiminin uzun ömürlü olmayacağına inanan Türkiye hükümeti, sınırlarını Suriyelilere açtı ancak bu öngörü gerçekleşmeyince bir sığınmacı krizi baş gösterdi. 2012'den itibaren Suriyeli sığınmacılar Türkiye'deki kent merkezlerinde gitgide daha görünür durumda. İlk birkaç cümlede "mülteci" kelimesinin geçmemesi bilinçli bir tercih. Zira mültecilerin yasal durumunu belirleyen 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi'nin imzacısı olan Türkiye, bu sözleşmeyi bir coğrafi sınırlama çekincesi ile uygulamakta ve Avrupa dışından gelenlere mültecilik statüsü tanımamakta. Açık kapı politikası ile Türkiye'ye kabul edilen Suriyeli sığınmacılar da önce hiçbir hukuki karşılığı olmayan "misafir" statüsüne alındılar, daha sonra da hâlâ kamuoyuyla paylaşılmayan bir genelgeyle "geçici koruma" altına girdiler. Bu hukuki araf hali, sığınmacıların tepesinde sallanan bir kılıç ve büyük hak yoksunluklarına yol açıyor.

 

Bugün Türkiye'de kayıtlı yaklaşık 800 bin sığınmacı yaşam savaşı vermekte. Kayıtsız göçmenlerle birlikte rakam 1 milyonu geçiyor. Bu göçmenlerin yüzde 25'inden azı çeşitli şehirlerdeki 24 kampta barınmakta. Başbakanlığa bağlı AFAD tarafından koordine edilen kamplarda verilen sağlık, eğitim ve gıda gibi hizmetlerin seviyesi uluslararası gözlemciler tarafından yeterli bulunuyor. Lakin giriş-çıkışın serbest olmadığı ve bu sebepten sakinlerini toplumsal ağlardan yalıtan kamplarda güvenlik ve mahremiyet gibi sıkıntılar da mevcut. Bu sebepten birçok Suriyeli bu kampları yarı açık cezaevi olarak nitelemekte. Kamp dışındaki sığınmacılar ise ya kirasını zor ödedikleri kalabalık ve dar bodrum katlarında yaşıyor ya da parklarda geceliyor.

 

Tüm kamu hastanelerini Suriyeli sığınmacılara erişilebilir kılan bir genelgenin varlığına rağmen çeşitli illerdeki uygulamalar bu genelgeyle örtüşmüyor. Mazlum-Der'in raporuna göre Suriyeli hastalardan muayene için para istenmesi, ameliyat olmak zorunda kalan hastaların büyük borçlar altında girmesi istisnai durumlar değil. Muayene olabilen hastalar da ilaç alamadıkları için tedavilerini sağlıklı bir şekilde yürütememekte. Tüm bu sorunlara hastanelerdeki dil engeli ve yüksek talepten dolayı özellikle sınıra komşu illerdeki yerel halka yönelik sağlık hizmetlerinin aksaması ekleniyor. Suriyelilerin sağlığa ek olarak mahrumiyet yaşadığı bir başka alan da eğitim. Suriyeli sığınmacıların yarıdan fazlası çocuk; UNICEF'in tahminine göre de bu çocukların dörtte üçü okula gidemiyor. Her ne kadar kamplarda bazı okullar bulunsa da kamp dışında yaşayanların bu okullara erişimi çok sınırlı. Kamp dışında özel bağışlar veya belediye hibeleri sayesinde açılan ve Suriye müfredatının uygulandığı bazı okullar da var ama sayıları çok az. Suriyeli bir kayıp nesil oluşması tehlikesi bu çocukların gelecekte de ait oldukları toplumlara katkı vermelerine ket vuracak.

 

Topluca bir köleleştirme

 

En derin sorunların yaşandığı saha ise çalışma alanı. Şunu baştan söylemeli; Suriye'den kaçıp Türkiye'de iyi bir yaşam standardı tutturabilen az sayıda zengin göçmenle kimsenin derdi yok, bu açıdan göçmen sorunu aynı zamanda bir sınıf sorunu. Mevzuata göre bir sığınmacının Türkiye'de çalışabilmesi için geçerli bir pasaport taşıması, oturma izni alması ve işverenin yabancı kişi için ayırdığı iş pozisyonunu dolduracak bir Türkiye vatandaşının bulunamadığını belgelemesi gerekmekte. Bu hukuki zorunluluk, çoğu Suriyeli sığınmacıyı kayıtdışı yeraltı ekonomisinin insafına teslim etmekte.

 

Suriyelilerin yaşadığı felaket, kimisi için de rant kapısı. Suriyeli işçiler uzun mesai saatlerine mahkum edildikleri merdivenaltı atölyelerde, mevsimlik işçi olarak çalıştıkları tarlalarda, her an bir iş cinayetiyle burun buruna yaşadıkları inşaatlarda günlük 15-20 liralık yevmiyelere ve hatta karın tokluğuna ter dökmekte, patronlarını ve dayıbaşlarını zengin etmekte. Evrensel muhabirleri Bülent Kepenek ve Vedat Yalvaç, geçtiğimiz ay İstanbul Çağlayan'daki tekstil atölyelerindeki Suriyeli emekçilerle görüşüp bu emek sömürüsünü belgelemişti. Ücretleri ve çalışma saatlerini istedikleri gibi belirleyen patronlar, yer yer halihazırdaki düşük yevmiyeleri bile gasp ediyor. Çocuk işçi istihdamının da yaygın olduğu atölyelerde çalışan Suriyeli emekçiler, statüsüz oldukları için bu sömürüye boyun eğmek durumunda. Kanun aramanın anlamı yok, zira bu atölyelerin bir kısmı zaten kaçak. Patronlara sorunca yaptıklarının adı sömürü değil, muhtaca yardımcı olma. Ucuz ve kayıtsız işçi çalıştırmak eskiden de vardı ama Suriyelilerle birlikte yasa tanımazlık had safhaya çıktı. Bu emekçilerin kayıt altına alınmayıp istismara açık bir konumda bırakılması ve vasıfsız işçi gibi çalıştırılması sermaye için fırsata çevrilecek bir kriz ve rant arzusuna işaret.

 

Emek sömürüsü sadece Suriyeli değil, Türkiyeli işçileri de etkilemekte. Patronların ucuza çalıştırabildikleri Suriyeli işçileri örnek gösterip diğer işçilerin de haftalıklarını ve haklarını törpülemeleri sıkça rastlanan bir durum. Diğer bir deyişle, topluca bir köleleştirme söz konusu. Aslında Suriyeli ve Türkiyeli işçiler aynı sınıfın parçası, ancak sınıf dayanışması bugüne kadar akla bile gelmeyen bir ihtimal. Patronlarına karşı bayrak açamayan Türkiyeli işçiler örgütsüzlük ve güvencesizliklerinin hıncını Suriyelilerden çıkarıyor. Sınıf sorununu unutturmak için her seferinde tedavüle sokulan milliyetçilik gibi suni çatlaklar yoksulların arasına nefret tohumları ekiyor. Öyle ki, Suriyeliler için, "Madem o kadar onurlularsa ülkelerinde savaşıp ölselerdi," diyenler bile mevcut.

 

Bu öfke, Maraş, Adana, Urfa, Hatay ve Kilis gibi illerde gittikçe kabaran bir saldırı dalgasına sebep oldu. Sosyal medyada yapılan çağrılar ile örgütlenen "Suriyelileri istemiyoruz" yürüyüşleri, Suriye plakalı araçların ateşe verilmesi ve son olarak da ellerinde pala, bıçak ve sopalarla sokak sokak Suriyeli avlayan linç sürüleri. 350 bin kadar sığınmacının bulunduğu Antep'in Perilikaya, Ünaldı ve Cengiztopel gibi mahallelerinde Suriyeliler sokağa çıkmaya korkar durumda. Bu saldırılar için kültürel uyuşmazlığa ya da ev sahibini öldüren Suriyeli sığınmacı vakasında olduğu gibi suça dair bahaneler öne sürülse de, esas sebep iktisadi. Sığınmacıların gelmesiyle katlanan kiralar ve işgücü piyasasında çetinleşen rekabet koşulları sebebi ile azalan ücretler Antep'te göçmen karşıtı bir atmosfere yol açtı. Zaten geçim sıkıntısıyla yüz yüze olan Antepliler azalan kazançlarından, ya güç bela açtıkları fırın ya da lokanta gibi yerleri işleten Suriyeli küçük esnafı ya da kölelik koşullarında çalışan yoksul Suriyelileri sorumlu tutuyor. Sanki kiraların artması ve ücretlerin düşmesinde Antepli mülk ve iş sahiplerinin payı yokmuşçasına. Ülke ekonomisi ufukta görünen krizine yaklaştıkça bu husumetler iyice keskinleşecek. Öyle ki, Antep'in suyuna Suriyelilerin fare zehiri kattığına dair bir dedikodu bile dolaştı şehirde. Irkçılıktan medet uman ve işsiz kitleleri kendi militanları haline getirmek isteyenlerin propaganda makinesi şu dönemde fazla mesaide. Irkçılık yok denilen bu toprakların kirli pogrom geçmişi ile 6-7 Eylül, Maraş, Çorum ve Sivas olaylarının tarihsel yakınlığı faşist partilerin gittikçe güçlendiği bir Avrupa konjonktüründe gidişatı korkutucu hale getiriyor. Zira sokakta palayla gezen biri ırkçılığının farkında bile değildir ve ırkçılık sinsi bir şekilde ekmek ve namus gibi kavramlar üzerinden filizlenip meşrulaşır.

 

Namus demişken; namusuna çok düşkün bu topraklarda, 30-40 lira karşılığında Suriyeli kadınları gecelik seks kölesi olarak kiralayanların, ikinci ya da üçüncü eş kisvesi altında pedofililerini tatmin edenlerin, 14-15 yaşında kızları pavyonlarda ve otellerde çalıştıranların da varlığını hatırlamalı.

 

Dayanışma kanalları

 

Karşı karşıya olunan şey bir gerginlikten ziyade bir sürek avı. Şu ana kadar önlem olarak gördüğümüz tek şey ise sağduyu çağrıları ve provokasyona gelmeme ezberleri. Suriyeli aileler güvenlik güçlerince evlerinden tahliye edilip başka kentlere yollanmakta, hatta Arapça isimli dükkan isimleri Türkçeleştirilmekte. Heralde Suriyeliler görünmez kılınıp halının altına süpürülünce sorunlar da bitecek diye düşünülüyor. İktidarın Antep vekili Ali Şahin'e göre bütün bu yaşananlar paralel yapının işi. Recep Tayyip Erdoğan ise, "Ben kimler tarafından bunların yapıldığını biliyorum ama bu süreçte bunu seslendirmeyeceğim," dedi. Tüm bunlar bazı şeylerin amaçlı olduğu ve sorunun sivil ellerle çözülmek istendiği izlenimi yaratıyor. Unutulmamalı ki Türkiye hükümeti bütün bu yaşananların birebir müsebbibi. Kışkırtılan bir iç savaştan kaçan, keyfiyetten değil zorunluluktan burada olan Suriyeliler Türkiye hükümetinin elinde patlayan Ortadoğu'yu şekillendirme planlarının kurbanı. Sorgulanması gereken asıl şeyler; durdurulan TIR'larda taşınanların ne olduğu ve kime gittiği, gizli toplantılarda konuşulup tapelerle faş olan türbe bombalatma planları.

 

Başka bir zulümden kaçan Ezidi halkının çocuklarının pasaportları yok diye sınırdan içeri alınmadığı bir anlayış için ne dense boş, ama yine de yapılması gerekenlere dair bir iki şey söylemeli. Bundan sonra en büyük yanlış Suriyelilerin mağdur ve yardıma ihtiyacı olan kişiler kimliğine sıkışmasıdır. Suriyeli sığınmacıların isteği şüphesiz ki onurlu bir yaşam sürebilecekleri koşullara sahip olmak ve zaman içinde iktisadi, siyasi ve kültürel üretimde bulunabilecek aktörlere dönüşmek. Zira Suriyelilerin önemli bir kısmı artık bu topraklarda kalıcı, geri dönme istekleri azaldı ve dönseler de eski Suriye'nin yerinde yeller esmekte. Onurlu bir yaşamın yolu ise yasal düzenlemelerden geçiyor. Kısa vadede kamp dışında yaşayan sığınmacıların temel ihtiyaçlarına yönelik çalışmalar yapmak elzem. Tüm sığınmacılara bir kimlik belgesi verilmeli ve kayıt altına alınmalı. Bu sayede barınma ve sağlık hizmetlerinden faydalanmaları sağlanmalı, okul çağındaki çocuklar eğitim sistemine dahil edilmeli. Güpegündüz ortalıktaki madenler bile denetlenmezken bunu söylemek belki naiflik ancak çalışma koşulları denetlenmeli ve işyerlerindeki sömürünün önüne geçmeli. Bütün bu önlemler Suriyelilere karşı oluşan öfkenin kaynaklarını da kurutacaktır. Ancak acil yardım ve geçici koruma kadar Türkiye'de oluşacak Suriyeli diasporasına yönelik uzun erimli politikalar da önemli. Belki de, belli koşullar sağlandıktan sonra, Suriyeli sığınmacılara vatandaşlık yolunu açacak düzenlemeler düşünülebilir. Öyle ya da böyle, esas çözüm iki toplum arasında tabanda oluşturulacak dayanışma kanallarından geçiyor.

 

 


 

 

 

* Görseller: Mert Tugen, Ali Çetinkaya

 

 


 

 

>>> Kara kaplı atlas

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.