Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Yavaş ye oğlum, boğulacaksın!”



Toplam oy: 1014
Bugün Kanlıkavak akmıyor, lüferse yok olmanın eşiğinde; ama hâkim olamadığımız bir yenileme arzusuna yenik, teknolojik oyuncaklarımızla başbaşayız hepimiz.

“Yavaş ye oğlum, boğulacaksın!” uyarısına aldırmadan yeterince çiğnemeden yuttuğum lokmalar, o zamanlar hemen yağa dönüşmüyordu anlaşılan. Hızlı yediğim kadar hareketler, vücudun kendi işleyişi de hızlıydı demek. Üstelik, bir an önce sokağa fırlayıp top peşinde koşturmaya başlamak için ağzıma tıkıştırdıklarım birer anne yemeğiydi ne de olsa. Haftalık “köylü pazarı”ndan alınmış ve berrak yağlarda özenle pişirilmiş ya da kızartılmış taze yiyeceklerin pek bir zararının olacağı düşünülemez zaten; boğulma riski ise birkaç yudum suyla giderilebilir. Anne yemekleri hâlâ var elbette, ama doğrudan üreticiden alınabilecek yiyecekler giderek daha zor bulunur oluyor ve günümüz çocuklarının –çoğu zaman yalnızca birer tüketici gözüyle bakılan çocukların– tüketim toplumuna kapılıp gitmesi adına gerçekleştirilen enformasyon ve reklam bombardımanı altında boğulma riski çok daha yüksek şu günlerde!

 

Slow Food (Yavaş Yemek) hareketi, isminden yola çıkılarak ağır ağır pişirilmiş bir yemeği, tadına vara vara, yavaş yavaş yemekten ibaret bir keyif anlayışı olarak algılanabilir ya da yalnızca fast food yemeği protesto eden bir hareket olarak... Bunları da içermekle birlikte, asıl meselesi “temiz, adil, sağlıklı gıda” olan bir sivil toplum girişimi Slow Food; Slow Food Anadolu’nun internet sayfasındaki yazısında Aylin Öney Tan, böyle tanımlıyor. Söz konusu yazıda, hareketin kurucusu Carlo Petrini’nin bir tespitine de yer verilmiş: “Toprağa yabancılaşmış toplumlarda şehir çocuklarının yiyecek kokularını tanımlamakta zorlandığını söyleyen Petrini çarpıcı bir örnek veriyor. Elma kokusu koklatılan şehir çocuklarının çoğu bunu şampuan kokusu olarak algılıyor.”

 

Durum bu kadar kötü olamaz, gözlerimle görmeden inanmam diyenler için, İngilizlerin ünlü şefi Jamie Oliver’ın İngiltere ve Amerika’daki okullarda “Food Revolution” (Yemek Devrimi) adı altında başlattığı sağlıklı beslenme girişimi çerçevesinde kayda alınanlara göz atmalarını öneririz. Örneğin anaokul çağındaki çocuklarla bir araya gelen Jamie Oliver, onlara bir salkım domates gösterdiğinde elindekinin ne olduğuna dair doğru bir yanıt alamamıştı, ama ketçapı hepsi biliyordu. Yine aynı şekilde, bir başka okulun yemekhanesinde önlerinden patates kızartmaları alınıp çöpe atılan öğrencilerin, “Peki şimdi ne yiyeceğiz,” diyen bakışları da gerçekten dikkate değerdi. Aslında Türkiye topraklarındaki durum şimdilik bu kadar da vahim değil, ama gidişatın ne yönde olduğu aşikâr...

 

Temiz, adil ve sağlıklı gıda

 

“‘Temiz, adil, sağlıklı gıda’ prensibiyle endüstriyel gıdalara ve beslenme biçimlerine karşı mücadele veren ve unutulmaya yüz tutan yeme içme geleneklerinin, tarım yöntemlerinin ve biyoçeşitliliğin korunması için çalışan” Slow Food hareketiyle ilgili önemli bir kaynak yayımlandı geçtiğimiz günlerde. Sinek Sekiz Yayınevi tarafından yayımlanan Slow Food Devrimi isimli bu kitap, hareketin kurucusu Carlo Petrini ile 1985’ten bu yana İtalyan La Stampa gazetesinde gastronomi üzerine yazılar yazan Gigi Padovani’nin ortak çalışması.

 

Aslında bir tarihçe Slow Food Devrimi. 80’li yılların başında, İtalya’daki bir festivalde katılımcılara verilen yemeğin özensizliğine karşılık “kazan kaldırma” neticesinde filizlenen Slow Food fikrinin, nasıl uluslararası bir kimliğe kavuştuğunun kronolojik olarak anlatımı yer alıyor. Basit bir kelime oyunu olarak görünen Slow Food’un ciddi bir olaya dönüşme hikâyesinde; önceleri İtalya’daki şarap kültüründe odaklanan hareketin dikkatini giderek gıdaların tümünü kapsayacak şekilde yavaş yavaş genişletmesi ve bu kapsamda atılan adımlar yer alıyor; dünyanın ilk Gastronomi Bilimleri Üniversitesinin kuruluşu, Torino’da “Salone del Gusto”, Bra’da “Cheese” ve Cenova’da “Slow Fish” girişimleri vb. 

 

Slow Food, kendine çizdiği rota dışında elbette güncel gelişmeleri de yakından takip eden ve tartışmalara dahil olan bir hareket. Genetiği Değiştirilmiş Organizmalarla (GDO) mücadele etmeleri ya da 1997’de klonlanmış ilk koyun Dolly’nin dünyaya gelişiyle birlikte DNA’nın ticari amaçlarla değiştirilmesi yarışında kimsenin derinlemesine ve uzun vadeli araştırmalarla bu gelişmelerin çevre üzerinde yaratacağı etkileri hesaplamadığına dair uyarıları gibi... Bu karşı çıkışlar, çoğunlukla hareketin teknoloji ve gelişme karşıtlığıyla suçlanmasına neden olmuş; oysa ki amaçlanan, kırsal kültürün geleneksel bilgisi ile bilimsel bilginin bir diyalog zemininde bir araya getirilerek adımların ona göre atılmasını sağlamak. (19 Temmuz’da “İstanbul lüfere hasret kalmasın” kampanyası dahilinde, Slow Food Fikir Sahibi Damaklar lideri Defne Koryürek’in “hadi Ankara!” başlıklı basın toplantısıyla hükümete seslenmesi de bu kapsamda değerlendirilebilir.)

 

Kitapta Slow Food’un tarihçesi, kaçınılmaz olarak hareketin kurucusu Carlo Petrini’nin yaşamıyla paralel bir şekilde anlatılıyor. İnsani değerlere inanan, kafasında her daim planlarla dolaşan ve bu planları hayata geçirmek üzere çevresindekileri ikna etmekte güçlük çekmeyen özellikleriye Carlo Petrini’nin de yaşamının yirmi yılı demek bu tarihçe. Bir başka deyişle Slow Food Devrimi, aynı zamanda, “Her şekilde hayattan zevk almak isteyen bir adamın biraz ironik ama kararlı bir şekilde siyasi, kültürel, antropolojik ve sosyal mücadelelerle geçen yirmi yılının hikâyesi.”

 

Kısacası, kitabın alt başlığına da yansıdığı şekilde, 1986’da Arcigola adı altında kurulan küçük bir topluluğun, bugünlerde Terra Madre (Toprak Ana) çatısı altında gıda topluluklarını, üreticileri, zanaatkârları, üniversiteleri, aşçıları bir araya getiren uluslararası bir ağ durumuna gelişinin hikâyesi Slow Food Devrimi.

 

İlk elden kaynaklar

 

Sağlıklı beslenme, bitkisel çözümler, organik gıdalar, şifalı bitkiler, arınma, doğallık, fresh’lik gibi kavramlar günden güne sağlıkla ya da doğal çevreyle olan ilgilerinden çok birer ticari kavram olarak ele alınıyor. Bu sapmanın, peşinde sürüklediklerinden biri de hiç kuşkusuz bilgi kirliliği. Yeni bir yayınevi olan Sinek Sekiz Yayınevinin, tam da bu noktada önemli bir işlevi olduğunu düşünüyorum; söz konusu kafa karışıklıklarını giderecek temel kitapları, ilk elden kaynakları yayımlaması nedeniyle... Şimdiye kadar, “Sürdürülebilir Yaşam Kitapları” adı altında, Slow Food Devrimi’yle birlikte üç kitap çıkardılar: konuyla ilgili kavramları kısa kısa da olsa derli toplu bir şekilde sunan Ernest Callenbach’ın Ekoloji: Cep Rehberi ve permakültür kavramını ortaya atıp geliştiren Bill Mollison’ın Permakültüre Giriş kitaplarını. (Yayınevinin internet sitesinde hem bu kitaplarla ilgili ayrıntılı bilgileri hem de yayınevindeki gelişmeler ve “sürdürülebilir yaşam” çerçevesinde değerlendirilebilecek güncel haberleri bulmak mümkün.)

 

Yazının başlarında Türkiye’deki durumun çok da vahim olmadığı ama gidişatın ne yönde olduğunun aşikârlığından söz etmiştik. Bunun bir örneğini Slow Food Devrimi kitabının Türkçe baskısı için önsöz yazan Defne Koryürek’in cümlelerinde bulmak mümkün. İstanbul’da geçen çocukluğundan ve çocukluğundaki lezzetlerden bahseden Koryürek’in yazısı ne yazık ki kaybolup gidenlere dair bir “hatırlatma” niteliğinde; üstelik çok kısa bir süre içerisinde: “Çok zaman önce değildi bütün bunlar. Nine falan değilim zira. Ama neydiyse hayal ettiğimiz, neyin peşine düştüysek... Bugün Kanlıkavak akmıyor, lüferse yok olmanın eşiğinde; ama hâkim olamadığımız bir yenileme arzusuna yenik, teknolojik oyuncaklarımızla başbaşayız hepimiz.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.