Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ahmet Muhip Dıranas: Şiirin Büyük Göğünde Parladı



Toplam oy: 142
Sanatçıyı “sanat denen harikulade alevin etrafında dolaşan insan pervanelerinden biri,” olarak tanımlayan Dıranas, resmin ve müziğin etrafında kanat çırptı durdu gençliğinden beri. Fakat rüzgâr onu her seferinde şiire taşıdı.

Bir köy yıldızıydı, büyük bir göğü vardı

 

Çünkü gözleriyle fotoğraf çekiyordu, klik sesi çıkarmadan. En fazla titriyordu kirpikleri. Resimler düşüyordu hafızasına her ürperişte. Çocuk bir çobandı, güdüyordu güneşi, ağaçları, dereleri. Büyük bir ıslık: Fiyyuuuuuu! Koyunları gütmekte ne var! “Yet bu yana! Avarayım, yet, yürü!”1 Salı Köyü’nde orman vardı, orman. Dıranas’ın ömrü boyunca vazgeçmediği dost. “Beni ihtiyarlığa doğru götüren bütün yıllar ve yollar boyunca hulyâlarımda küçüklüğümün ormanlarını kurdum,”2 diyordu bir yazısında.

 

Yalnız orman değildi ya uçsuz bucaksız olan. Gökyüzü ve deniz de vardı çocuk hesabında. “Büyük” kelimesini kullanmak istiyordu şair, büyük harfleri vardı. “Ben büyük şarkıları severim; büyük olsun / Deniz gibi, gökyüzü gibi her şey ve mahzun.”3 “Ve denizde bir temiz, yıldızlı gökyüzü, / Büyük su’yu özleyen çocukların yüzü”4 mısralarında gök ve denizden büyük bir şarkı yaptı. Yine de kesilmedi hızı, daha çok kullanmak istiyordu “Büyük” kelimesini. Sonunda buldu yerini. Üç kere tekrarladı heyecanından: “O gökyüzü ve öylesine gerçek; / Büyük, büyük, büyük, kocaman çiçek.”


Güzel şeyleri seviyordu,kaçamazdı şiirden

“Hamamönü kaldırımlarından çocukluğumun ayak izlerini silemezler,”6 cümlesi şairin lügatinde, Sinop’tan Ankara’ya yoksulluğumuzu taşıdık demekti. On yaşındaydı Taşmektep’e nakli yapıldığında. Birkaç senesi daha vardı şiirle tanışmak için. Edebiyat, ortaokul sıralarında beklemekteydi onu. Yayımlanan ilk metni bir öyküydü: “Çiçek.” Okul dergisinde açmıştı beklemediği bir anda. Sıra şiirdeydi. Akşamları harçlığını çıkarmak için çalıştığı kitapçıda Abdullah Cevdet’le karşılaşmış, o sıralar yazdığı bir şiiri göstermişti ona. “İçtihad” dergisinde yayımlanan “Köpek Havlamaları” adlı şiiri dayısının ölümüne bir ağıttı Dıranas’ın.
Gerçek şiir, ortaokul koridorlarında Faruk Nafiz kılığında gezmekteydi hâlbuki. “Şiir ilâhı” gibi yürüyen bu heybetli adam yüzündendi belki de Dıranas’ın nazma meyledişi. Fakat heyhat! Şiiri için, “Yok, yok. Bunda iş yok. Boşu boşuna bunlarla uğraşmasın, derslerine baksın,” demişti sınıf arkadaşlarına. Cennetten kovulmuştu Muhip. Yanmıştı iki ay kurtarıcısıyla karşılaşana dek. Tanpınar’dı bu kurtarıcı; lise kısmının edebiyat öğretmeni. Arkadaşları bu kez onun kapısını çalmışlar, Dıranas’ın aynı şiirini ellerine bırakmışlardı ustanın. Tanpınar Dıranas’ı odasına çağırdı; “yerler kitaplarla dolu idi, darmadağınık atılmış vaziyette.” Genç şairi karşısına oturttu. Oku, dedi şiirini. Çok beğenmişti. Sonra kitaplarının içinden birini çekip Dıranas’a verdi: “Bunu okuyacaksın!” Kitap Baudelaire’in Fleurs du Mal/Kötülük Çiçekleri’ydi. Fransızcası o sıralarda bu kitabı okuyacak düzeyde olmasa da azmi bu lisanı öğrenecek düzeydeydi.

Portreler, notalar büyütüyordu
Sanatçıyı “sanat denen harikulade alevin etrafında dolaşan insan pervanelerinden biri,”7 olarak tanımlayan Dıranas, resmin ve müziğin etrafında kanat çırptı durdu gençliğinden beri. Fakat rüzgâr onu her seferinde şiire taşıdı. Resim sanatından “boşlukları doldurmayı”, “ölü şekilleri canlandırmayı” ve “deforme etmeyi” öğrendi yeni bir gerçeklik yaratabilmek için. “Bir bahara açık duran penceresinde / Belki bir gün gelir geçmiş zamanı arar / Diyerek bu portreyi çizdi sanatkâr, / Bir oda içinin ışık ve gölgesinde. / Verdi bir başka renk, başka biçim, hasından; / Diledi ki bir ölümsüz ömür yaşasın…”8 diyordu Portre şiirinde.
Müzik sanatından ritmi ve ahengi öğrendi. Durak ve vurgu yerlerini değiştirerek hece veznini kendine göre yorumladı. Mısra yerine birkaç mısradan oluşan şiir cümlelerine yöneldi. Dıranas, sanatçının eserini yalnız düşüncesiyle yapamayacağını, eserinin üzerinde bütün vücudu ve hayatıyla çalışması gerektiğini söylüyordu. Ona göre kâinatın yaratılışında Allah’ın varlığı bile bir ritim ve ahenk üzerinde mevcuttu ve sanat kâinattaki bu esrarlı ritmi arayıştan ibaretti. Bu ilâhî düzene, bu sağlam yapıya ve bu ahenge ulaşabilmesi şarttı sanatın.9 Kar şiiri bu ses ve ahengin en güzel yansıdığı bir aynaydı kuşkusuz: “Buğulandıkça yüzü her aynanın / Beyaz dokusunda bu saf rüyanın / Göğe uzanır- tek, tenha- bir kamış / Sırf unutmak için, unutmak ey kış! / Büyük yalnızlığını dünyanın.”10
Bir şiirle anılmak istemezdi
Kimi okurlar tarafından “Fahriye Abla”ya mahkûm edildi Dıranas. Olvido, Kar, Ağrı ve daha ne şiirleri vardı hâlbuki. Hayatı boyunca tek bir şiir yazmış gibi muamele görmek üzüyordu Ahmet Muhip’i. Şiirdeki “Hatırada kalan şey değişmez zamanla,” mısraındaki “Hatırada” kelimesi “Hatırda” kelimesine evrilmişti sanki. Beyazıt meydanındaki Çınaraltı Kıraathanesi’nde Edip Cansever’e bu yüzden yakınmış, “Keşke Fahriye’yi hiç yazmasaydım,” demişti. Üstelik şiirdeki “En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya,” mısraı yüzünden Erzincanlıların tepkisine maruz kalmıştı şair. Oysa bu tamamen şiir tekniğiyle ilgili bir kafiye tercihiydi. Doğrusu Fahriye Abla az iş açmamıştı hayattayken Ahmet Muhip’in başına. Vefatından sonra dahi peşini bırakmamış, ölümünün 25. yılında düzenlenen anma toplantısında eşi Münire Dıranas’ı zor durumda bırakmıştı. Şiirin yazıldığı sırada henüz doğmadığını, şairle evlendikleri sırada Fahriye’nin yetmiş yaşında olduğunu söyleyen Bayan Dıranas, Fahriye Abla’yı kıskanmasa da konuşulmasından rahatsızlık duyduğunu belirtiyordu törende.
Sanatın millî bir kimliği olmalıydı kök salabilmesi için
Dıranas’a göre bir sanat eserinin değer kazanabilmesi ancak millî bir kimliğe kavuşturulmasıyla kabil olabilirdi. Yani sanatkâr eserine “Bir millete has anlayış görüş ve duyuşu koyabilmeli, bir memleketin; âdetleriyle, gelenekleriyle, destanlarıyla, yaşama tarzı ve tavrı, inanışlarıyla, aşklarıyla ruhunu”11 nakşedebilmeliydi. Ahmet Muhip, 1949 yılında Zafer Gazetesi’nde yazdığı “Zavallı Necdet” başlıklı yazısında Batı hayranlığı ve beraberinde gelen aşağılık duygusunu Tanzimat’tan miras kalan bir hastalık olarak nitelemekte, “Yüz yıldan beri garp hayranlığı içinde dışarıdan ha bire şekil aldık, içeriden ha bire muhteva, öz verdik. Binlerce yıllık bir tarih örsünde dövüle dövüle, bir coğrafya imbiğinden süzüle süzüle değer almış nice erdemliliklerimizi, gide gide boş, gülünç özentilere kurban ettik. Durmadan iç zenginliği verdik, şatafat aldık. Ahlak güzelliğini makyajla değiştik,”12 demektedir.
Kimlik sorununun çözümünü bir Türk Akademisi kurulmasında arayan Dıranas, ilmin, fikrin ve sanatın şahsiyetine kavuşması için bu kurumun hayati öneminden söz etmektedir: “Bize bir akademi elbette lazımdır. Kurmakta geç bile asırlarca geç kalmışızdır… Akademi bir milletin benliği demek olan ilmi ve sanatı layık olduğu haysiyetine kavuşturur, fikir adamına, bilgine, sanatkâra cemiyeti şapka çıkarmaya zorlar…”13
Olvido bir eve özlem şiiridir
Dıranas’ın bir tiyatro oyunu, Olvido şiirinin de anahtarı gibidir. “Çıkmaz” adlı bu oyunun kahramanı Emin, gece eski mahallesinin sokaklarında dolaşırken bu sokaklarda ne aradığı sorulur kendisine. Cevabı şöyledir: “Ben o evde doğmuşum. Arada bir gelirim böyle… Geçmiş günleri gözetlerim zaman çatlağından… Anam, babam… Çoktan toprak oldular ya…”14
Hüzünle neşenin harmanıdır Olvido. Yalnızlığımızı hatırlatarak bizi yaralayan hoyrat akşamüstleri, beraberinde unutulmuş güzellikleri de getirmektedir çünkü. “İşte, doğduğun eski evdesin birden, / Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven.”15 Kederlerin lavanta çiçeği koktuğu, aşkların ve şiirlerin yarım bırakıldığı, dünyanın sular altında kaldığı, kardaki ayak izlerinin çiçeğe dönüştüğü bir yerdir burası. “Aldan, gelmiş olsa bile ümitsiz kış; / Her garipsi ayak izi kar içinde/ Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler…”16
Olvido ruhlarımızı altüst eden bir şiirdir çünkü ölmüş anlarımıza ruhunu üfler. Şairin “Selam” adlı şiirindeki “Ey, saf kalbimizde doğmuş ve ölmüş anlar!”17 mısrası belki de Olvido’nun kayıp bir parçasıdır. “Ayrılış” adlı şiirindeki “Gün batıyor, gün batıyor / Evimi, eşyamı, paramı / nem varsa yaksam ve bir an / Kaybetsem kara bir duman / Arkasında hafızamı / Koşsam, koşsam, koşsam, koşsam…”18 mısraları da.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.