Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Eşyanın ve zamanın ruhuna dair: Zeplin



Toplam oy: 1548
Karin Tidbeck
Aylak Kitap
Karin Tidbeck'in dünyasında insanın üstünlük takıntısı ve kibri bir kenara atılıyor ve insana atfedilen her türlü duygu, diğer canlılara ve eşyaya da atfediliyor. Üstelik yabancı durumları olağanlaştıran bir dille...

Güzel bir cümleyle başlayan bir yazı, güzel bir hit'le uçuşa geçiren bir müzik albümü her zaman güzel devam etmeyebiliyor. Karin Tidbeck'in Zeplin adlı, Aylak Kitap tarafından yayımlanan öykü kitabı ise ilk öyküden itibaren dur durak bilmeyen bir akıntıya katıyor bizleri. İsveç'in bağrı Stockholm'den kopup gelen öyküler yepyeni bir bilimkurgu fantastik âleminin kapılarını aralıyor.

 

2010'da Vem är Arvid Pekon? / Arvid Pekon Kim? adlı ilk öykü derlemesini yayımlayan Tidbeck'in yazın faaliyeti İsveç sınırlarına hapsolmayıp İngilizceye de sıçramış durumda, zira hem Weird Tales, Unstuck Annual gibi antolojileri hazırlamış, hem de kendi öykü kitabını İngilizceye çevirmeye başlamış. Usta yazarların, genç yazarların kitaplarına kısa övgüler düzmeleri ve bunun bir promosyon malzemesi olarak kullanılması âdettendir ama Ursula K. Le Guin'in Zeplin'in Kuzeyli atmosferi, benzersiz hayal gücü, benzersiz ironisi ve tuhaflığı bağlamında yazdıkları Tidbeck'in neden edebiyat dünyasını heyecanlandıran bir figür olduğunu anlamaya yetiyor. Başka bir önemli yazarın, Karen Lord'un, kitap için yazdıkları ise bu kitabı ziyadesiyle tanımladığı gibi değerini de ortaya koyuyor: "Karin Tidbeck'in Hitchcockvari bir ince zekayla ördüğü öykülerinde, olağan olan yabancı, yabancı olan ise aşina gelmeye başlıyor. Tidbeck'in tertemiz, klasik üslubuna bayıldım. Bir alacakaranlık ülkesinin esrarengiz müziğini yaratıyor."

 

 

"Olağan olan yabancı, yabancı olan ise aşina," ne mi demek? Kitabın ilk öyküsü olan "Beatrice"in ilk cümlesine bakarsak bir fikir edinebiliriz: "Doktor Franz Hiller bir zepline aşık oldu." Edebiyat tarihinin en etkileyici giriş cümleleri arasına girmeye şimdiden aday gösterilebilecek bu cümle, André Breton gibi sürrealistlerin "Markiz öğleden sonra evden çıktı," gibi cümlelerinin ‘gerçekçi sıkıcılığına' isyan etmelerini akla getiriyor. Tıpkı Karen Lord'un ifade ettiği gibi, "tertemiz", klasik, sade ve kısa bir cümle. İçeriğinin gerçeklikle kurduğu bağ ise bir o kadar deformatif. Otuzlu yaşlarında, şimdiye kadar annesinin ona gösterdiği genç hanımları beğenmemiş olan Doktor Hiller "gerçekten" de bir zepline aşık oluyor. Modern çağın harikalarının sergilendiği bir fuarda görüp vurulduğu zeplini ne yapıp edip satın alıyor ve onunla tek taraflı da olsa bir ilişki yaşamaya başlıyor. Benzer bir durum, bir buhar makinesine aşık olan Anna için de geçerli. Hiller ile Anna bu tuhaf aşklarını gözden uzak ve korunaklı bir biçimde yaşamak için kiraladıkları bir ambarı paylaşmak zorunda kalıyorlar ve olaylar gelişiyor.

 

Tidbeck bu son derece gerçekdışı ve tuhaf görünen konu seçimlerini öyle bir sadelik ve doğallıkla işliyor ki öykülerin tek ayırt edici özelliği içeriklerinin can alıcılığıymış gibi durmuyor. Diliyle ve anlatımıyla organik bir bağ kuruyor, tam da Lord'un dediği gibi bir süre sonra yabancı olan durumlar olağanlaşıyor. Bu tuhaf ve yabancı durumlardan içinde yaşadığımız gerçekliğin en doğal katmanları; sevgi, aile olmak, varoluş, yaşlanmak, sevdiklerini öteki dünyaya göndermek gibi temalarla çiçek açıyor. Üstelik bir insana değil de makinelere aşık olan Hiller ile Anna'nın yürek burkan öyküsü, 20. yüzyıl başı Alman dışavurumcu estetiğinin bugünün yazınıyla harmanlanmış üslubuyla edebi lezzetler sunuyor. Makinelerle insanların aynı eşyanın doğasına dönüşmesi, akla Fritz Lang'ın efsanevi bilimkurgu filmi Metropolis'ini, Charlie Chaplin'in unutulmaz Modern Zamanlar'ını getiriyor. Tidbeck'in öyküleri için sadece Hitchcockvari bir zeka yakıştırmasında bulunmak yetersiz kalıyor; Hitchcockvari gerilimin de etkili ve yetkin bir şekilde geçerli olduğunu söylemeliyiz.

 

Tidbeck'in dünyasında neler mi var? İnsana atfedilen her türlü duygu, insanın üstünlük takıntısı ve kibri bir kenara atılarak, diğer canlılara ve eşyaya da atfediliyor. Pencere pervazında büyüyen Esmer adındaki bir bitkiyle kurulan ilişki, insanlar arası en azılı iletişim ve ilişki temalarına taş çıkarıyor. İnsanların ölü annelerine telefon santralleri aracılığıyla bağlanabileceğine inandırıldığı distopik dünyalar tahayyül ediliyor. Yakın geçmişe gidiyor ve 80'lerin ultra evleri denilen punk işgal evlerinin önünden geçiyor, İskandinav punk arenasının kokularını alıyoruz. Öykülerde doğanın kendisi başlı başına insanlardan rol çalıyor. Rengeyiği dağlarına çıkıyor, tuhaf ama bir o kadar tanıdık ailelerin bireylerinin bir yandan meşhur İsveç usulü böğürtlen reçellerini yaparken diğer yandan yaşadıkları çatışmalara şahit oluyoruz. O dağlarda gezinirken karşımıza "Vitter" ya da yazarın tercihiyle "Vittra" denilen İskandinav halk inanışlarından fırlayıp gelen doğaüstü yaratıkların izleri çıkıyor. Vittraların doğayı tehlikelere ve insanlara karşı koruyan yaratıklar olduğunu öğrendiğimizde metinlerin alt katmanları daha da genişliyor. İsteyenler alıp Karin Tidbeck'in yazdıklarını ekoloji-kritik okumalara tabi tutabilirler. Ama yazının başında belirttiğim dur durak bilmeyen bir edebi akıntıya kendini kaptırmak her şeyden önce geliyor.

 

Öykülerdeki İskandinav folkloru etkileri sadece Vittra'larla sınırlı kalmıyor. "Pyret" adlı öykü başlı başına bir halk bilimi saha araştırmasının yazılı akademik bir çalışmaya dönüştürülmüş hali gibi duruyor; bununla birlikte Tidbeck'in kurgu konusundaki kıvraklığı bu akademik yazı yanılsamasını etkili bir edebi ironiye dönüştürüyor. Hıristiyanlık öncesi İskandinavya inanışlarından, Hıristiyanlığa geçişin gündelik hayata etkilerine dair halk hikayeleri, İskandinav sözlü edebiyatı, var olduğuna inanılmak istenen birtakım yaratıklara dair hikayeler bizi son derece yerel ve büyüleyici dünyalara götürdüğü gibi özde ortaya çıkan evrensellikler öykülerin yerelliğe sıkışıp kalmasını engelliyor.

 

Yerellik demişken zamana dair "Teyzeler" adlı öyküde geçen şu sözler ne kadar yerel olabilir ki? "Bazı yerlerde zaman, zayıf ve ara sıra gerçekleşen bir fenomendir. Birisi onun geçtiğini iddia etmediği sürece zaman geçmeyebilir veya sadece kısmen geçer; olaylar spiraller ve çemberler oluşturacak biçimde kendi içlerine kıvrılır." (s. 125) 20. yüzyıl başı Bergsoncu düşüncenin etkisiyle zamanın yekpare bir bütün olduğunu söyleyip "Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında / Yekpâre, geniş bir ânın / Parçalanmaz akışında" dizelerini döktüren Ahmet Hamdi Tanpınar ya da "Kökü mâzide olan âtiyim" dizelerinin sahibi Yahya Kemal zaman kavramına dair ettikleri bu kelamlarla ne kadar yerellerse Karin Tidbeck de o kadar yerel olsa gerek. Goethe "Weltliteratur"dan, bütünleyici bir Dünya edebiyatından bahsederken işte böyle paralellikleri kast ediyordu. Dünya edebiyatının yeni kazanımı Karin Tidbeck'i heyecanla izlemeye devam ediyor, yakınlarda çıkan ilk romanı Amatka'nın da bir an önce Türkçeye kazandırılmasını diliyoruz.

 

 


 

 

* Görsel: Cesar Garcia

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.