Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İlahi Dan Brown!



Toplam oy: 1425
Dan Brown
Altın Kitaplar
Her ne kadar son derece heyecanlı, sürükleyici olsa da, Brown’ın söz konusu yeni romanı, onu bir markaya dönüştüren eseri Da Vinci Şifresi kadar yankı uyandırıcı olmayabilir.

Cehennemin dibine kadar yolumuz var! Bu cümleyi bir inceleme yazısında söyletecek yazar olsa olsa Dan Brown olurdu. Sadece Cehennem adlı bir roman yazdığı için değil; cehennemde bitecek bir roman yazdığı için, romanın final perdesinin İstanbul’da kapandığını henüz kitabı okumadan bildiğimiz için, söz konusu cehennemin şifresinin İtalyancanın kurucusu şair Dante'nin İlahi Komedya’sında gizli olduğuna –yine kitabın bir süredir ana haber bültenlerine kadar sızan tanıtımlarından– vâkıf olduğumuz için…


Dante’nin İlahi Komedya’sı Türkçede yıllardır bilinen, tekrar tekrar baskıları yapılan, edebiyat derslerinin okumaları arasında yer alan klasik bir eser olsa da, Dante ismini, onu okumayan birçok kişi de “Dante gibi ortasındayız ömrün” dizesinden bilir. Tıpkı Stephanie Meyer’in Alacakaranlık serisi sayesinde Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler adlı klasiğinin yeni nesil okura kavuşması gibi, Dan Brown vesilesiyle İlahi Komedya da daha geniş bir kitlenin kütüphanesine girecektir tüm dünyada.
Brown’ın romanlarında ortak bir payda var. Yazar, dijital çağda ve bilgi kirliliği içinde yüzdüğümüz şu devirde, bizi enformasyon yerine bilgeliğe değer veren düşünce biçimleriyle tanıştırmak, gizemli ve kadim olanın hâlâ öyle kalmayı başarmış detaylarını gündeme getirmek ve orada bir yerlerde hâlâ bilinmeyen bir şeyler olduğunu kendi yöntemleriyle göstermek peşinde.

 


Brown’ın Robert Langdon romanları haricindeki diğer iki eseri Dijital Kale ve İhanet Noktası teknoloji üzerinden anlatılan maceralara sahne oluyordu. Da Vinci Şifresi’nin ana damarı sanattı. Melekler ve Şeytanlar’ın din temelli bir izleği vardı. Yazarın bir önceki romanı Kayıp Sembol ise birçok şifre ve bilmeceyle birlikte hayatımıza “noetik bilim” diye bir kavram sokuyordu. Bilim ve dini birleştiren, çoğulculuk mesajı veren bir maceraydı bu.

 


Son romanı Cehennem ise, Dante’yi ve eserini anlamak için çözeceğimiz şifrelerden ziyade emellerine Dante’nin Cehennem’ini alet eden kötü adamımızı izlemek için kullanacağımız ipuçlarıyla ilerliyor. Zaten öyle olmasaydı romanın adı da büyük ihtimalle “Dante’nin Şifresi” olabilirdi. Bu açıdan bakıldığında, her ne kadar son derece heyecanlı, sürükleyici olsa da, Brown’ın söz konusu yeni romanı, onu bir markaya dönüştüren eseri Da Vinci Şifresi kadar yankı uyandırıcı olmayabilir.


İnsanlığın bütününü bağlayan bir macera

 


Cehennem’de heyecanlı bir başlangıç bekliyor okurları. Bir beyin sarsıntısının ardından uyanan kahramanımız Langdon, nerede olduğunu bile doğru dürüst anlamadan silahlı bir ziyaretçinin saldırısına maruz kalıyor. Bu saldırıyı atlattıktan sonra kovalamaca başlıyor ve bize Dante’nin şu dizesini söylemek kalıyor: “Bunun üzerine yola koyuldu o, peşinden gittim ben de.”
Yazar bireysel meselelerden ziyade toplumsal bir meseleyi gerilim unsuru olarak işliyor arka planda. Dünyanın her gün artan nüfusuna karşı kaynakların kıt olması, bizim için yeni bir haber değil, ancak bu tablo, Dante hayranı saplantılı bir bilim insanının zihninde nelere gebe, işte kısaca bunu çözmeye çalışıyoruz Langdon ile birlikte.

 


Brown, önceki kitabında bahsettiği noetik bilimden sonra, hayatımıza “transhümanizm” diye bir kavram sokuyor bu sefer de. Bu kez masonik bir yapı ve günümüze taşınan şifreler yok. Aşırı uçlarda yaşayan, bilimde ilerlemeyi, “her yol mübahtır” düşüncesiyle eyleme döken marjinal bir bilim insanının, tüm insanlığın kaderini belirleyecek dehşetli bir olayın çözümü için bıraktığı ipuçları var sadece. Tabii ki şair Dante’yi kendi terörizmine alet edecek kadar ileri giden bir bilim insanı bu.
Brown, Da Vinci Şifresi ile Melekler ve Şeytanlar adlı romanlarında, daha çok Hıristiyan dünyasını ilgilendiren detayları işliyordu. Kayıp Sembol’de de, Amerikalı okurları cezbedecek ya da ABD’yi bizim gözümüzde daha gizemli hale getirecek bir roman kurguluyordu. Son romanındaysa, insanlığın bütününü bağlayan bir macera anlatıyor. Geleceğimizle ilgili öngörülerde bulunup bilimkurgusal bir kader çiziyor. Az önce sözünü ettiğimiz romanlar, Paris, Roma ve Washington gibi turistik şehirlerin cazibesini artırmıştı. Bu romanla birlikte Floransa, Venedik ve İstanbul aynı kaderi paylaşacak gibi görünüyor.

 

 

Romanın büyük bir bölümü İtalya’da geçse de, finali İstanbul’a kaldığı için, ya da tabiri caizse romanda aranan “cehennemin dibi” İstanbul’da bir yerlerde olduğu için, bizi romanın bu bölümü daha çok ilgilendiriyor. Ayasofya ve Yerebatan, bu romanı okuduktan sonra tekrar ziyaret etmek istediğimiz bir yere dönüşüyor gerçekten de. Ancak Floransa’nın “mekansal kahraman” olduğu giriş ve gelişme bölümleri, romanın finaline göre daha heyecanlı gözüküyor. Dan Brown romanda neyin niye yapıldığını, karakterlerin ne peşinde olduğunu ve buna bağlı birçok gizemi son bölümde açıklamaya çalıştığı için, İstanbul’un bu gizemli maceraya kattığı renk Floransa’nınki kadar yer kaplamıyor. Ne var ki, her gün geçtiğimiz, gördüğümüz ve içini bildiğimizi sandığımız mekanların, insanlığın kaderiyle ilişkilendirilmesi bizi belli bir yere kadar da olsa heyecanlandırıyor. Okurken sürekli merak edip sorular sormak ve bir cevap aldığında şaşırıp, biraz soluklandıktan sonra okumaya devam etmek daha önce Dan Brown deneyimi olan okurların bildiği bir durumdur. İşte bu romanda da ipin ucunun uzayıp İstanbul’a bağlanacağı anlaşılınca daha da fazla giriyoruz maceranın içine. Ancak roman bittiğinde o heyecan biraz kursağımızda kalıyor, çünkü yarım bir final yapıyor Dan Brown. Rahatlıkla kaldığı yerden devam edebileceği bir noktada bırakıyor bu macerayı. Kahramanımız Langdon ise hep bildiğiniz gibi, üzerini düşenleri fazlasıyla yapıyor, soğukkanlılığını her durumda koruyor ve bizi durduk yere heyecanının içine soktuğu gibi, her şey yolunda mesajı verip finali yapmayı da başarıyor.

 


Romanı rafa kaldırdıktan sonraki merak konumuz ise şu: Da Vinci ve Dante’den sonra Brown’ın el atacağı sanatçı kim olacak? Önünden geçip gizemli yanlarını hayal bile etmediğimiz daha kaç mekan romanlara konu olacak? Baktığımız kaç resim, okuduğumuz kaç kitap Brown’ın sayfalarında farklı bir surette yer alacak? Daha kaç şifre çözeceğiz ve tüm şifreler çözüldükten sonra geriye okuyacak ve bakacak ne kalacak? Dante ve Da Vinci mi? Büyük ihtimalle öyle…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.