Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kaderimde hep güzeli aradım



Toplam oy: 201
Fatma Barbarosoğlu bu topraklardan yazıyor. İyisiyle kötüsüyle eksisiyle artısıyla, bozulmuş ve kaybolmuşu ile. Geçmişten bugüne değişen şartlar, teknoloji, öykülerde yerini alıyor. Hikâyeler bugünün dilini yakalıyor. Bunu, günün edebiyat ve iletişim imkânlarını kullanarak, hiç sakil durmayacak şekilde başarıyor.

Tıpkı sizin gibi. Kitabı eline almış ve alacaklar gibi, zarif kitap kapağına hayran oluyorum. Kitap kapağının güzelliğinin sadece çizgilerden ibaret olmadığını hissetmiş olmalıyız öyle uzun uzun bakarken. Kuşlarla gelen bir genişlik, kanatlanma duygusu, sarı ile gelen anlam, uçabilecek olmanın tedirginliği ve başkaca pıt pıt açıverecek nice duyguları bekleyerek bakıyoruz resme. Bizi etkileyen bu resim, çok kıymetli hikâyeci Mustafa Kutlu’nun yapmış olduğu bir tablodan. Hikâyesi kitabın en sonunda anlatılıyor.

 

Hâsılı, kitap kapağının bile hikâyesi olan bir öykü kitabı var karşımızda: İçimdeki Sazlar Başka Söz Başka.

 

On iki etkili öyküyle beraberiz. Kadınların başka başka halleri, başka başka mekânlardan başka başka mizaçlardan kadın ruhunun izleri bizi bekliyor. Boşlukta duranlar, yorgunlar, yılgınlar, kaybolanlar, dengini bulamayanlar, terk edilenler, ağlayarak evlenenler, idare edenler, idare edilenler, dominantlar, kalanlar, gidenler. Kimler kimler.

 

Kadın üzerinden akıyor hikâyeler. Ama kadın hikâyeleri diyemeyiz. Erkek hikâyeleri deniyor mu mesela merak ediyorum? Kadın doğurgan bir varlık. Dolayısıyla onun bakış açısı çok şeye karşılık geliyor. Hikâyelerde kadınla beraber anlatılan sadece kadının değil onun doğurduklarının da öyküsü. Hikâyeler on yılı kapsayan bir süreç içinde yazılmış. Yazar, daha çok 70’lerin öyküleri olarak belirtiyor fakat dil 70’lerde kalmıyor. Geçmişten bugüne değişen şartlar, teknoloji, öykülerde yerini alıyor. Hikâyeler bugünün dilini yakalıyor. Bunu, günün edebiyat ve iletişim imkânlarını kullanarak, hiç sakil durmayacak şekilde başarıyor. Gündeme, teknolojiye, zamanın diline hâkim, sade, derinlikli ve anlaşılır metinler var kitapta. Youtube, telefondan dizi film izlenmesi, feys, storiler, MSN, diziler vd. eleştirel bir bakış açısı ile sunuluyor. Dönemin getirdiği kavramlar, alışkanlıklar, bağımlılıklar, imkânlar hikâyelere de yansıyor. Edebi metinlerde kaçınılan bir süreci ustalıkla öykünün kalitesini bozmadan kullanıyor.

 

İnancın renkleri

 

Fatma Barbarosoğlu, inancın renklerini de sunuyor öykülerinde. Sakınmıyor. Bu topraklardan yazıyor. İyisiyle kötüsüyle eksisiyle artısıyla, bozulmuş ve kaybolmuşu ile. Bir ninenin beş yüzlük, doksandokuzluk tesbihleri, kılınan namazlar, giyilen feraceler… Bunlar göze sokulmadan bütün tabiiliğiyle sunuluyor.

 

Bütün bunlar, bütün bu bahsettiklerimizin hepsi bir anda yaşanıyor. Yaşanan ve yaşanacak olanı bulunduğumuz ana çekiyor öyküler bizi. Peki nasıl? Şarkılarla… Üzerimizde etkisi kalan, bize temas eden, nice hatıraları çağrıştıran şarkılar. Biz hiç istemeden gönlümüze konan şarkılar. İdeoloji, birikim ayırt etmeden gönlümüzde yer eden şarkılar. Yazarın da söylediği gibi mekânların kaybolduğu, izlerinin silindiği, biricikliğini kaybettiği günümüzde şarkılar ne büyük hatırlatıcı.

 

Kitaba adını veren şarkıdan bahsetmenin vaktidir. Öyküleri okumadan önce, bestesi Avni Anıl’a, güftesi Fethi Dinçer’e ait eseri dinlemiş oldum böylece: Kaderimde hep güzeli aradım. Bütün öyküleri bu eserin ruh iklimiyle araladım. Hüzünlü Yeşilçam filmleri tadında bir okuma beklentisi oluştu bende. Fakat şu; kitap okuyucusunu derin bir kedere hüzne boğmuyor. Neşeli keyifli bir dili var. Kederi hikâyelerden çok, hikâyelerin alt metninde hissediyoruz. Kimden okudum hatırlamıyorum, ama söyleyelim bir kez daha: “Bir öykünün kalbinde sözcüklerden daha derin şeyler vardır.”

 

Yüzleşme öyküleri


İçinde bulunduğumuz dönemde karşılaşılan birçok bozukluk, bireycilik, bencillik, ailesini-kendini afişe etme, popüler olma arzusu… Bunlar her dönemde farklı farklı kılıflarla vardır, ama derecesi bu dönemdeki kadar olmamıştır. Dönemin sakillikleri, aşırılıkları hemen hemen bütün hikâyelerde kol geziyor. Yine de anlatıcının insaflı olduğunu söyleyebilirim. Sevgiyle bakabiliyor kahramanlarına. Geldiğimiz noktada durum çok daha içler acısı. Fakat bize bu kadarı bile kâfi geliyor. Yüzleşmek kolay değil çünkü. Bu yüzleşmelerden biri de Suriyeli Hatice’nin öyküsü. Kitapta beni en çok etkileyen öykü. “Yakın bildiklerimiz uzak, uzak bildiklerimiz yakınmış” diyor yazar. Ön yargılarımız, insanları bir yönü ile değerlendirmenin yanlışlığına dikkatimizi çekiyor. Bu öykü ile tekrar tekrar sarsılıyorum. Sadece Suriyeli hikâyesi değil bu, bizim de öykümüz. Yarınında ne yaşayacağını bilmeyen bir milletin öyküsü. Bizim derin yaramız. Duyarsız Süveydalardan biri olabiliriz, ya da dişsiz ağzıyla kuru elleriyle toprağa tutunan Hatice. Macide Teyze ya da o vicdanlı doktor olmayı da tercih edebiliriz. Yazar bu hikâyeyi emanet aldığını söylüyor. Ama hiç de emanet durmuyor. Anlatıcının gözündeki yaş bizim de gözümüzde. Sanat da bu değil mi? Yaşanan duyguyu en etkili şekilde okura aktarmak ve ona hissettirmek.

 

Rilke söylüyor: Sanat yapıtları sonsuz yalnızlıklar içindedir ve yanlarına en az sokulabilecek bir şey varsa o da eleştiridir. Ancak sevgidir ki kavrayabilir onları, alıkoyabilir kendisinde, onlara karşı adil davranabilir.

 

Rilke doğru söylüyor. Aksi halde gerçek bir okumadan bahsedemeyiz. Sevmek önemli. Benim için bu sevme özellikle kitabın beşinci öyküsünde; “Saklana Saklana” ile başlıyor. Saklana Saklana ile beraber öyküler daha bir ivme ve ritim kazanıyor. Edebiyat zevki katmerleniyor. Bu vesile ile yazarın günümüz edebiyatını, genç edebiyatı takip ettiğini anlıyoruz. Uzun süre yazabilmenin ve sürekliliği korumanın yolu da bu taze okumalar, yazarlığın da olmazsa olmazlarından galiba.

 

Barbarosoğlu, gözlem yapmanın ötesinde çoğu hikâyesinde merak unsurunu da gözetiyor. “Bizi habersiz bırakma” öyküsü bunlardan biri. Anne yavaş yavaş çekiliyor evden, nereye gittiği belli değil üstelik. Arayış, bocalama, absürt haller... Geride kalan kızlar ve eş. Hem anneyi saymama hem de onu sonuna kadar kullanma. Üzüntü sebebi annenin gidişi mi? Onsuz ne yaparız mı? Yükümüzü kim çeker telaşı tedirginliği, varsa vicdan azabı mı? Anne, patlayana kadar sıkıntı yok. Patladıktan sonra, aa, ama, şey, kem küm, öyle değil böyle. Geçmiş olsun. Ne diyorduk? Bizi habersiz bırakma öyküsünde asıl mesele sonu değil, anlatılmak istenen başka ama yine de sorularla baş başa kalıyoruz. Anne nereye gitti, geri gelecek mi, kızlar çözüm buldu mu gerçekten? Hikâye bitmiyor, “sırlanıyor”.

 

İşte burada kederden kaçamayız. Hikâyeden çağrışımla biraz hasbihal... Anneler varken o kadar kıymeti bilinmez. Ama yokluğuyla beraber her şey darmaduman olur. Hayatımızdaki her önemli şey gibi. Bütün aile anneye yaslanır. Aile bireyleri annenin marifetlerine muhtaç, anne ise kadın olarak kabul görmeye, sayılmaya, sevilmeye, içten bir ilgiye. Bu söylediğim sağlam bir gerçeğe tekabül etse de başka bir gerçek daha var: Kadın-anne, her ne kadar mağdur gözükse de, elleriyle bu ortamı sağlayan yine kendisinden başkası değil. Kendi sahnesini kaybeden, başkalarının sahnesinde çoğalan, bunu aşırılaştıran kadının kendisi. Kişi bir yerlerde yanlış yaptığını ancak, bir başına kalınca anlıyor. Bir bir gittikçe herkes. Ve soruyor, bu muydu, bunun için miydi her şey? Daha vahimi hiç sormayıp kendini dışarılara, ekranlara atıyor. Boşluk yine “sahte” ile doluyor.

 

Evlatlarına düşkün babaların kaderi

 

İnsan, problemini çözemedikçe suçu dış dünyaya atar. Alınyazısı, şans, baht, imtihan dünyası gibi. Kimse masum değil yani. Ne giden ne geride kalanlar. Aslında bu sadece kadın meselesi değil. Evlatlarına o kadar düşkün babaların da kaderi. Ama çoğunlukla kadın, suçu başta geleneğe, bazen de erkek egemen toplum yapısına atarak, sorumluluktan kaçıyor. Çaresizmiş gibi bir yanılgıya düşerek bahanelere yelken kaçıyor. Bahane çok. Bunu yaparken toplamdaki adaleti göz ardı ediyor. -Bu başka haksızlıklar mağduriyetler için de geçerli elbette- Herkese çalıştığının yapıp ettiğinin karşılığı verilir. Unutuluyor.

 

Gidemiyorsan gidemiyorsundur. Göze alamıyorsundur. Gitmek çözüm mü peki? Elbette hayır. Kalıp mücadele etmek, kendini iyileştirmek en zoru. Başı acı sonrası iyi olan, zor ama kolaylaştırılan bir süreç.

 

Gidemiyorsan gidemiyorsundur. Göze alamıyorsundur. Gitmek çözüm mü peki? Elbette hayır. Kalıp mücadele etmek, kendini iyileştirmek en zoru. Başı acı sonrası iyi olan, zor ama kolaylaştırılan bir süreç.

 

Bir kez daha, şarkı ne diyordu? Kaderimde hep güzeli aradım…

 

Bahsedilecek o kadar çok şey var ki. Ama yok, bitiriyorum, bitirmeliyim artık. Barbarosoğlu’nun şimdiye kadar yayımlanmış eserlerine bakarken şunu düşünüyordum: Bir insanın yazma şevkini diri tutan nedir? Yılların kırıklıklarına, o kadar engellere rağmen yol almak kolay değil çünkü zorlu bir mücadele bu. Aradığım cevabı kitabın ithafında buluyorum: Okur. Okurun ta kendisi. Geri dönüşlerini eksik etmeyen, uzun uzun mektuplar yazan okurun kendisi… Anlıyoruz ki, Fatma Barbarosoğlu ile okurları arasında sağlam ve muhabbetli bir bağ var. Yazar bunun değerini biliyor ve çok zarif bir teşekkürle öykülerini okurlarına ithaf ediyor.

 

Yine yeniden okurunu bulması dileğiyle…

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.