Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ordet: İmkansızı Beklemek



Toplam oy: 150
Sinemanın ilk büyük yönetmenlerinden olan Carl Dreyer’in filmografisinin en tartışmalı eseri Ordet, saf gerçekle metafiziğin, imanla inkârın, mucizeyle alelade olanın aşırılıklarla dolu birlikteliğine davet ediyor bizi. Zaten, değil mi ki itidali korumak sanatta da dini tecrübede de müşkül bir meseledir. Fakat Dreyer Ordet’te büyük bir ustalıkla bu meselenin üstesinden geliyor. İfrat, mübalağa ve mucize, kolaylıkla makul bir hikâyeye dönüşüyor.

Şiirde, mimaride, edebiyatta, hatta musikide sanatın en yüksek örnekleriyle bütünleşen dini tecrübe, sanki sinema sanatı söz konusu olduğunda o cömert ilhamlarını esirgemiş gibidir. Rembrandt’tan Chagall’a, Itri’den Debussy’ye, Mimar Sinan’dan Michelangelo’ya, Dante’nin İlahi Komedya’sından Shakespeare’in tragedyalarına kadar, sanat ve din arasındaki etkileşimin izlerini görebileceğimiz şaheserlerin uzun bir listesini yapmak mümkündür. Fakat sinemada dini ilhamın izlerine rastlamak pek de sık karşılaşılan bir durum olmasa gerek. Bu durumun en büyük müsebbibi belki de modern bir sanat olarak sinemanın doğuşunun, dinin aşkın tezahürleri ile sanatın metafizik ufkunu buluşturan zeminin çoktan ortadan kaybolduğu zamanlara denk düşmesidir.

 

Sözü, sinemanın ilk büyük yönetmenlerinden olan Carl Dreyer’in bir filmine getirmek niyetindeyim. Dreyer 1968’de 78 yaşında iken hayata veda etmiş. Filmografisinin en tartışmalı eseri Ordet, 1955 yılına ait bir film. Film saf gerçekle metafiziğin, imanla inkârın, mucizeyle alelade olanın aşırılıklarla dolu birlikteliğine davet ediyor bizi. Zaten, değil mi ki itidali korumak sanatta da dini tecrübede de müşkül bir meseledir. Fakat Dreyer Ordet’te büyük bir ustalıkla bu meselenin üstesinden geliyor. İfrat, mübalağa ve mucize, kolaylıkla makul bir hikâyeye dönüşüyor.

 

Ordet, Karl Munk’un oyunundan sinemaya uyarlanmış. Teknik açıdan bakıldığında kapalı mekânlarda ve sınırlı bir oyuncu kadrosuyla çekilmiş olan filmin zaman zaman seyircide bir tiyatro etkisi bıraktığı söylenebilir. Sinematografik unsurları bakımından basit ve gösterişten uzak bir film; hatta bazen soğuk, durağan ve bunaltıcı…


Kierkegaard etkisi
Lüteriyen bir baba olan Marten’in Mikkel, Johannes ve Anders adında üç oğlu vardır. Mikkel bir agnostiktir, Johannes ise teolojiyle ilgilenmektedir, kendini İsa Mesih olduğuna inandırmıştır. Ailenin küçük oğlu Anders ise komşuları olan terzinin kızına âşıktır. Bu arada Mikkel’in karısı Inger hamiledir ve kendisini büyük bir felaket beklemektedir. Çocuğunu dünyaya getirirken hayatını kaybedecektir. Mucize tam da burada Johannes’in eliyle gerçekleşecektir.
“Kierkegaard* çalışmaları yüzünden delirdi.” Ordet’in bütün felsefesini özetleyen bu cümle, filmde kendini İsa zanneden meczup Johannes’in babası tarafından dillendirilir. Eğer mümkün olsaydı da yönetmen koltuğunda Kierkegaard otursaydı galiba tam da böyle bir film çıkardı ortaya. Zira düşünce tarihinin bu büyük filozofu, “Tanrı aşktır” diyen bu nahif adam, ancak delilikle izah edilebilecek bir imanı sahici bir iman olarak görür. Düşüncelerine aşina olanlar bilecektir ki Kierkegaard Korku ve Titreme’de tam da böyle bir imanı anlatır: Ancak imanın bir mucize olduğuna inandığımız sürece mucizelerin hakikatine ulaşabiliriz. Zira “Tanrı Aşktır” ve iman onun istisna ve şüphe kabul etmeyen biricik yoldaşıdır.
Kierkegaard’ın tasavvuru önce tekinsiz bir metafiziğe, oradan sınırları belli olamayan, müphem, itidalsiz bir aşkınlığa açılır. Bir kez olsun dimağında koşulsuz teslimiyetin ve imanın o büyük lezzetini tatmış bir insan, nasıl olur da hâlâ sıradan biri gibi inanabilir? Ordet’in kahramanı Johannes inanmıştır ve “Neden insanlar arasında gerçekten inanan biri yok?” diye sorar. Babasına göre ona bu soruyu sorduran şey Kierkegaard’ın düşünceleridir. Bu gizli gönderme bir yanıyla mümince bir teslimiyetin, diğer yanıyla patolojik bir vakanın ifadesidir.
Johannes, kendisinin İsa olduğuna inanmaktadır. Ruhsuz, ifadesiz bir hayalet gibi ortalıkta dolaşıp dururken arka planda bir hikâye akıp gitmektedir. John aşırılıklarıyla çevresine yabancılaşmıştır ama yine de aile fertleri onu bu haliyle kabul etmiş gibidir. Saplantılı davranışları, olur olmaz çıkışları hoşgörü ile karşılanır ya da görmezden gelinir.
Ve nihayet “mucizenin kutsal paradoksu” gerçekleşir. Tanrı’nın abdalı John, ölüyü diriltmeyi başarır ama bu mucize iman edenlerin imanını artırdığı gibi şüphecilerin tereddütlerinden de hiçbir şey eksiltemeyecek; hayranlık ve şaşkınlık dolu bakışların arkasında, mutmain olmamış kalplerin hezeyanlarını görmek hiç de zor olmayacaktır.


Neden şu inananlar arasında gerçekten inanan biri yok?
Ordet’in kahramanı John katıksız bir imanı yakalamış, mucizeyi mümkün kılmıştır. Onun imanının aşkınlığı, psişik sanrılarıyla her an yer değiştirebilir. İnancın sekineti kolayca aşırılığın tezahürlerine dönüşebilir. Bundan 500 yıl önce, kurban edilmek üzere çocuğunu And dağlarının zirvelerine çıkaran babanın bakışlarında, inanmış bir adamın teslimiyetinden başka bir şey görmek mümkün değildir. Ordet’in kahramanı John, Colomb öncesi Amerika’sında bir İnka olarak dünyaya gelseydi gözünü kırpmadan aynı şeyi yapmaktan çekinmezdi. Ya da 1970’lerin Amerika’sında yaşasaydı ve Jim Jones’in sadık bir müridi olsaydı topluca intihar eden 913 kişiden biri olmaktan imtina eder miydi veya 31 Aralık 1999 yılında 10 Emir’e uyulmadığı için kıyametin kopacağına inanarak intihar eden yüzlerce insandan biri olur muydu? Bilmek değil tehlikeli olan, inanmak. Bilmek bilmektir ama inanmak dünyayı değiştirmek için sınırsız bir güç, bazen kendi inanç ve değer skalası dışında kalan her şey için tedirgin, şüpheci ve tatmin olmayan protest bir ruh bırakabiliyor geride.
Evet, filmin sonunda seyircinin merak ettiği her şey bir cevap buluyor. John ölüyü diriltiyor ama bu sefer yorumun sonsuz kombinasyonu geliyor orta yere: Gerçekten Inger dirildi mi, yoksa bu bir Lazarus sendromu mu? Yeniden en başa dönüyor, Kierkegaard’a ve onun iman ve teslimiyet teolojisine yaklaşıyoruz: “Hayır! Bu dünyada yüce olan hiç kimse unutulmayacaktır; ancak herkes kendine göre yüceydi ve herkes sevdiğinin yüceliği oranında yüceydi(…) Birisi mümkün olanı bekleme yoluyla yüceldi, bir başkası sonsuzluğu bekleyerek; ancak imkânsızı bekleyen herkesten daha yüce hale geldi.”
İsteyen bu hikâyeden manevi ya da profan, bilimsel ya da metafizik bir sonuç çıkarabilir. Gerçek imanın dirilten nefesi ya da Lazarus sendromu… Adı her ne olursa olsun inanmak üzerine, inanmanın kendisi kadar karmaşık bir film Ordet.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.