Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

''Sevgiği Yazarlarla Hey Aynı Coşkuyla Yeniden Buluşan Bir Okurum''



Toplam oy: 150
Hümeyra Yabar genç bir yazar. Kendisini Şule Yayınları tarafından yayımlanan Uykusuz Meyveler ve Hayvan Geçidi öykü kitaplarıyla tanıyoruz. Yükseköğrenimini psikoloji alanında yapan Hümeyra Yabar’ın kelimelerle, kitaplarla, yazıyla olan ilişkisi çocukluk yıllarına denk düşüyor. Yabar’dan sevdiği yazarları, edebiyatla olan bağını, unutamadığı roman kahramanlarını, yazma ritüellerini dinledik.

Kelimeler içinde deneyimlerin, fikirlerin ve düşlerin aktığı bir nehir yatağı benim için. Dünyayla bağımı bu nehrin uzayıp dört bir yana yayılan kolları aracılığıyla kuruyorum. Kelimelerin harflerden değil de anılardan oluştuğunu düşünürüm sık sık. Bellek sayısı kadar mana içeriyorlar bana kalırsa. Bu manaları keşfetmenin yolu da daha çok hikâye dinlemekten, okumaktan geçiyor. Kelimeler; yazarken, bir damlasını dahi incitmekten çekindiğim süt incim. Konuşurken, yelkenini yalnız tatlı sularda açmayı tercih ettiğim kayığım. Çalışırken; başka her şeyi geride bırakıp dikkat ve şefkatle o an dinlediğim kişinin kalbine yaklaştırdığım stetoskopum. Düşlerken; renklerinin arasında coşkuya kapılarak varlığına ve cömertliğine şükran duyduğum paletim.

 

Edebiyat hayatımı sadece değiştirmedi onu inşa etti. Borges, Dostoyevski’yi keşfetmenin, “aşkı ilk defa yaşamak gibi, denizi ilk defa görmek gibi” insanın hayatında önemli bir tarih olduğunu söylüyor. Hafız’ı, Attâr’ı, Cibranı, Papini’yi, Hesse’yi, Tagore’u, Peyami Safa’yı, Sabahattin Ali’yi keşfetmek de tarihi bir etkiye sahiptir hayatımda. Suç ve Ceza’yı ilk defa ortaokula başladığım sene okumuştum. O yaştaki bir çocuk ne anlamış olabilir bilmiyorum ama çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Hayatım boyunca başından ayrılmak istemeyeceğim pınarı bulduğumu sezmiştim. Zamanla suyu bulanan bu pınarı arındırıp; kendi hikâyelerimi keşfetmeme ve onları ifade edecek bir dil geliştirmeme rehberlik eden kişi ise hocam A. Ali Ural’dır. Hakkını ödememe imkân ve ihtimal yok. Onun hem öğrencisi hem okuru olmak ne büyük şans. Öğretmenliği, ömrüm boyunca aradığım kıyı; kitapları, sisli havalarda sığındığım ışıltılı kulübe.

 

Kitaplar bana, bir başkasının hafızasına taşınarak orada geçireceğim zaman boyunca kendi hikâyemin izlerini sürmeyi öğretti. Okumak, cevaplar bulmaya yardım ettiği gibi sorular sormaya da teşvik ediyor insanı. Ben soruların yanıtlardan daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Hayatımızın bir anında “O yoldan değil de bu yoldan gitsem ne olur?” diye soramasaydık nasıl vakıf olabilirdik ötekinin bilgisine. Hayatımdaki önemli kararların, duraksama anlarının, pişmanlıkların, galibiyetlerin, birbirine karışmış sevinç ve kederin özünde okuduğum kitapların tesiri vardır mutlaka. Edebiyat ruha sızarak şifalı bir iksir gibi doldurup tamir ediyor çatlaklarımızı. Onarıyor bizi.

Çocukluğumun unutulmaz kitapları hâlâ en sevdiklerim; Ömer Seyfettin’in hikâyeleri, Martı, Küçük Kara Balık, Gümüş Patenler. Okumayı çok seven bir annenin ilk çocuğuyum. Bu sevginin mimarı odur. Elime geçen her kitabı büyük bir iştahla okurdum. Çocukluğum Kilis’te geçti. Merkezde çok güzel bir çocuk kütüphanesi vardır Kilis’in. Arkadaşlarımla okuldan sonra hep oraya giderdik. Bizim için oyun okumaktı. Amcamın içinde bir tane bile çocuk kitabı olmayan büyük bir kütüphanesi vardı. Yasaktı o odaya girmek. Babaannem sadece bana izin verirdi. Ben odadayken diğer çocuklar girmesin diye kapıyı kilitlerdi. O kilitli kütüphanede saatlerce okurdum. Bir de Şule Yayınları’nın bilgi yarışması kartları vardı. Bir gün kitaplarımın çıkacağı yayıneviyle daha çocukken tanıştığımı yıllar sonra fark ettim. O bilgi yarışması kartları evimizin hazinesiydi. Misafirlerimizle yarışmalar düzenlerdik. Hep birinci olurdum. Çünkü kartları baştan sona ezberlemiştim. Çocukken en çok onları okumuş olabilirim. Sonra babam başka kartlar da aldı ama hiçbirini o ilk kartlarımız gibi sevemedim.
Hemingway’in ölümsüz karakterleri İhtiyar Balıkçı ve çocuk benim biricik kahramanlarımdır. Yalnızlığa ve yenilgilere rağmen mağlûbiyeti kabul etmeyen Kübalı kahraman balıkçı Santiago’nun sevgisi ve cesareti, onu asla yalnız bırakmayan ve ona olan inancını bir an yitirmeyen eski yardımcısı çocuğun aklı ve sadakati; en önemlisi de ikisinin arasındaki derin bağın üzerimdeki tesirini tarif etmem imkansız. Dünyaya yeniden gelsem ve tek bir kitap seçme hakkım olsa merhamet, sevgi ve mücadele hikâyesi olan İhtiyar Balıkçı’yı seçerdim. Daha sonra Kürk Mantolu Madonna, Tatar Çölü ve Zorba’nın baş kahramanlarını sayabilirim. Raif Efendi’ye kızamadığım için kendime çok kızardım eskiden. “Yaşamak için kayıtsız ve şartsız muhtaç olduğu bir insan”la birlikte olabilmek adına yeterince mücadele etmediğini düşünüp içerlediğim Raif Efendi’ye kızamamışım çünkü ben onu anlamışım. Alışkanlığın insanı bir ömür uyuşturabilen zehirli konforundan kurtulmanın ne denli zor olduğunuysa “Yaşamı boyunca beklediği an” bir türlü gelmeyen, zamanla “sesi, ihtiyar sesine”, “bakışları çok yaşlı bir adamın bakışları gibi sarımtırak ve camdan bir görünüş”e dönüşen Genç Teğmen Giovanni Drogo’dan öğrendim. İnsana yaşamın bitmek bilmez kaygı bulutlarını nasıl dağıtacağını birbirinden güzel resimlerle öğreten; çocuk ruhlu bir adam ve iflah olmaz bir özgürlük yolcusu olan yürekli Aleksi Zorba’nın yol arkadaşlığı ise benim için okuduğum kitapların en büyük armağanlarından biridir.
Sevdiği yazarları ve kitapları eskitemeyen, onlarla hep aynı coşkuyla yeniden buluşan bir okurum. Bunun yanı sıra, hem dünya edebiyatının hem de Türk edebiyatının farklı türlerdeki nitelikli eserlerini keşfedip okumalar yapmayı seviyorum.

Günlük akış içerisinde kolayca yazardım eskiden. Kafelerde, otobüslerde, vapurlarda, okulda yazmak günlük hayatımın parçasıydı. Şimdi düşünüyorum da, yaşamı bir film gibi durdurup dizlerimin üstüne çökerek durmadan yazarmışım. Vapurların merdivenlerinde, büyük caddelere sıralanmış banklarda, kaldırımlarda. Şimdi öyle değil. Notlar alıyorum ama asıl odama veya rahatsız edilmeyeceğim bir köşeye çekilip yazmayı tercih ediyorum. Doğrusu keşke bunu daha önce keşfedebilseymişim. Yazmanın bir dikkat işi olduğunu son yıllarda öğrendim


Nazım’ın dediği gibi büyük bir ciddiyetle yaşamayı seçenlerdenim ben, bir sincap gibi! Sadece yazma değil hayatım ritüellerle dolu. Böylesini seviyorum. Kendime hazırladığım yemekle misafirlerime hazırladığımın bir farkı yok. Aynı peçeteler, aynı servisler. Yazmaya da öyle hazırlanıyorum. Eve girer girmez çalışmaya oturmayı tercih etmem. Aklımdaki işlerden kurtulmam lazım önce. Seveceğim bir parça yakalarsam aynı şarkıyı saatler boyunca tekrar tekrar dinlerim. Bir öyküyü başladığım müzikle bitiririm. Dikkatimi toplamama yardımcı olacak küçük alışkanlıklarım vardır. Yorulduğumda beni çalışmaktan uzaklaştıracak şeylere değil daha da yaklaştıracak, fakat bir yandan da dinlendirecek işlere yönelirim.

Kendimle kaldığım, yüklerimden kurtulduğum anlar benim için başlı başına bir yaratım alanı. Böyle zamanlarda tembellik yapma değil çalışma isteği uyanıyor içimde. Yazacak bir şeyim yoksa şiir okuyorum, hikâye okuyorum, biriken dergileri karıştırıyorum. Eğer evdeysem; resim yapmak, kırık bir eşyayı onarmak, hatıra kutularımı açmak, çalışma odamı toplamak beni hikâyeye yaklaştırıyor. Dışarıdaysam; bir kafede oturup notlar almak, vapura binmek, uzun uzun yürümek. Fakat en sonunda yazmak için yine eve koşuyorum.

Hayatın içerisinde zarafetle söylenen her söz, her özenli davranış, hızdan kurtulmuş her an benim için şiir değerindedir. Zamanın yavaşladığı, özün ortaya çıktığı anlardır bunlar. Mesela sevgisini derinden hissettiğiniz birinin gözlerinde başka bir ışıltı yakaladığınız, o sevinçle çiçekleri balkona çıkardığınız, bahçede saklanmak için yer arayan çocuğa elma ağacının gövdesini işaret ettiğiniz, ağacın dallarındaki iki uykulu kuşa laf attığınız büyülü anlar. “Hayattan zarafet kaybolunca, bir şarkı ile gel,” diyor Tagore. Kuru bir yaşamdan, tatsız ilişkilerden, coşkusuz anlardan yakınıyorsak belki yeni şarkılar mırıldanmanın vakti gelmiştir.

Umutsuz, yılgın hissettiğim anlar için hazırladığım notlarım var. Bunlar kendime söylediğim ya da sevdiğim insanların sohbetimizin herhangi bir anında söyledikleri sözlerdir. Not etmişimdir bir deftere. Dönüp onlara bakar ve hatırlarım. Hatırlamak bana iyi geliyor, toparlıyor. İnsan hayata kırgınlıkların penceresinden baktığında kırık dallardan başka bir şey göremiyor. Oysa sevinçlerin beslediği bir bahçemiz var. Onu unutmak ne büyük haksızlık.
Yetenek büyük bir armağan, fakat disiplin olmadan meyvesiz ağaç. Gövdesine sırtınızı yaslayıp altında soluklanabilirsiniz ama ondan gölgelik dışında bir şey bekleyemezsiniz. Meyvesini tatmak için emek şart. Hem de savruk bir emek değil mümkünse düzenli ama en azından odaklanarak çalışmak. O ağacı küstürmemek lazım. Okumadan ve yazdıklarının üzerinde tekrar tekrar çalışmadan iyi yazabilmenin mümkün olacağını düşünmüyorum. Çalışamadığım günler bana keyifsiz hissettiriyor, anlamsız geliyor. Edebiyatın ve sanatın kıyısında dinlenerek yenilenmekten daha güzel ne var.

“Kin öldürür, yalnızca sevgi yaratır.” Bu söz kalbimin sıkıştığı anlarda onu rahatlatmaya ve uzaklaştığım şey her neyse ona yeniden yaklaşıp anlamaya çalışmama yardımcı oluyor. Bana göre yaşamanın anlamı da hediyesi de; coşkuyu ve dinginliği aynı kaynakta bulabilmiş olmam. Bu pınardan bir kere içen başka bir suya kanmaz artık.
Adanmışlık gösteren insanlar etkiler beni. Denizi kendi rüzgârıyla dalgalanan, tırtılın kozasını örmesi gibi kendine müstakil bir hayat ören, sevmede ve sevinçte cömert insanları seviyorum. Hayatın ona sunduğu hediyeyi/yeteneği erkenden keşfedip buna uygun bir hayat sürmeye gayret eden, hediyesini yaşamındaki insanlarla coşkuyla paylaşan, her şeye rağmen iyi kalmaya çalışan insanlardan ilham alıyorum.

Hayatta en mutlu olduğum yer her zaman gidemesem de rüzgârını başımda taşıdığım yakın ama uzak bir iskele. Orada gemileri izlemek, kalbimi bir yelken gibi açmak, sevmeye ve sevilmeye tekrar tekrar inanmak, sıçrayan balıkları şiire çağırmak benim sevincim. Güzel anların çabuk bittiğini söylerler. Ben öyle düşünmüyorum. Güzel anları; topladığımız taşlar, unutmamak için tekrarladığımız sözler, avucumuzdaki taze çiçeklerle canlılığını yitirmeden an ben an yaşatabiliriz içimizde.
Meyvelerin şifası, hayvanların sevgisi beni insana aracısız yaklaşmaya ve onu doğrudan yazmaya hazırladı. İçine öncekileri de alan, benim için yeni ve coşkulu bir rüzgâr bu.

Kendi karanlığına dalma cesareti gösterenlerin karantinanın kazananları olduğunu düşünüyorum. Bu süreçte dağıldık mı, toplandık mı? Dönüp baktığımız zaman hayatın bize birçok karantina yaşattığını görebiliriz. Bu sefer kalmak mecburiydi. Kendimizden kaçamadık. Alışıldık ve güvenli olan yaşamın bir tehdide dönüşebildiğini deneyimledik. Güvenli alanda kalmakta ne kadar zorlandı bazılarımız. İşte bundan sonra asıl düşünülmesi gereken bu bana kalırsa. Kendimle kalmaya ne kadar tahammül edebiliyorum? Benim için her zaman özlem duyduğum evde olma halini doyasıya yaşadığım, daha dikkatli okuyup daha uzun saatler yazabildiğim, internet sayesinde işimi yapmaya devam edebildiğim verimli ve dinlendirici bir süreçti.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.