Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Buz ve Ateşin Şarkısı şimdi, gerçekten başlıyor

George R.R. Martin
Epsilon Yayınları

 

Bazı hikayeler an’ı gösterir, şimdiye ve geçmişe seslenir ne güzel. Bazı hikayelerse uzun solukludur, hayata eşlik eder, hayat eşlikçisidir… Sizi bilmem ama benim son iki yıldır günlerimin, aylarımın bir kısmı George R.R. Martin’e ait. “Buz ve Ateşin Şarkısı”nın yazılmasını, cilt cilt Türkçeye çevrilmesini, bir yandan da hikayenin dizi versiyonunun sezon sezon çekilip yayımlanmasını beklemekte ve okumakta ve izlemekteyim… Ve madem ki bahar geldi, madem ki bizim gibi okur-izler kitle için nisan ayı artık biraz da Taht Oyunları demek, öyleyse Westeros’a yeniden bir göz atmanın, serinin üçüncü cildine dalmanın tam zamanı.

 

 

 

 

 

 

Öncelikle George R.R.Martin’in fantastik edebiyatta gerçekten de Tolkien’le yarışacak denli bir fenomene dönüşmesini masaya yatırmak isterim. Zira aslında ne diliyle, ne edebi lezzetiyle ne de bir dünya yaratma biçimiyle Tolkien’le mukayese edilebilecek gibi değil yazar. Hatta neredeyse fantastik bile değil! Öyleyse niye? Son zamanlarda kitleleri kendine çeken fantastik ve masalsı hikayelerin daha çok klasik yaklaşımlar üzerinde oynayan, klasiği yapıbozuma uğratan hikayeler olmasında bence işin sırrı. Martin, her şey bir yana fantastiğin temel taşı olan “kahramanın yolculuğu” izleğini alaşağı ediyor Buz ve Ateşin Şarkısı'nda. Kahraman yaratıp işleme ve onu hiç acımadan yok etme, hikaye dışına atmakta üzerine yok. Öyle ki kimi okurların sabrının sınırlarını bile zorluyor bu hususta. Ancak kahraman beklentili,  insan-merkezli bir dünyada insanı-kahramanı alaşağı etmenin ilginç de bir yolunu bulmuş: Hayatın içinde haince bulunan ölümü, ustaca hikayesinin içine taşıyor yazar. Kanımca onun bizi en çok büyüleyen yanı bu: Kahramanlar ölüyor ve hikaye devam ediyor.

 

 

 

 

Evet, anlaşılacağı üzere bu sezonda, yani serinin üçüncü cildi olan Kılıçların Fırtınası’nda baş tacı ettiğimiz nice kahramanımızı kaybedeceğiz. Korkmayın, isim vermeyeceğim, ama hazırlıklı olun derim. Bu cildin, hikayenin genel gidişatında özel bir yeri var. Hikayenin sonuna kadar bize eşlik edeceğini sandığımız kahramanlar ölüyor, yeni karakterler sızmaya başlıyor içeri, ancak taşlar da yerine tam olarak oturuyor. Buz ve Ateşin Şarkısı kısacası daha yeni başlıyor... Evet, tahmin ettiğiniz gibi, Daenerys ve John Snow… Birbirini hiç görmeyen, hiç tanımayan, birbirlerinden kilometrelerce uzak bu iki kahraman, kendi varoluş mücadelelerini verir gibi görünürken aslında Westeros’un geleceğini de inşa ediyorlar yavaş yavaş. Snow Kuzeyde, yabanıllar ve akgezenlerle uğraştığını zannederken krallığın merkezine git gide yaklaşıyor, Daenerys, düşmüş prenses, Güneyde ejderhalarını büyütürken Westeros’ın belki de en büyük ordusunu topluyor… Kalbimizi fethetmiş Stark hanedanının üyeleri ise her ne kadar hükümsüz kalmış, parçalanmış da olsalar, sürprizlerle, beklenmedik talihsizliklerle dolu yollarında, kendi özgün talihlerini yaratmaya, taht oyunlarına devam ediyorlar, yani merkezden ayrılmıyorlar.

 

 

 

 

 

“Gün griydi, acı soğuktu ve köpekler kokuyu almıyordu.” İşte böyle başlıyor şarkının üçüncü dörtlüğü; milyonlarca okur/izler hep beraber hala kışın, kış denen mevsimin en soğuk anının gelmesini bekliyoruz tedirgin bir hevesle, ateşin karşısında ne yapacağını görelim diye…     

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.