Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Erkek yazar, kadın okur: Bir endişenin tezahürü

Bir tartışmadır almış yürümüş ecnebi okur-yazar çevrelerinde. Romantik aşk kitapları kadınlara zarar mı veriyor (Sabitfikir 03.06.11 tarihli haber) diye, ilk bakışta sade suya tirit gibi görünen bir soru-iddia ortaya atılmış. Böyle sözde hafif, spekülatif çıkışlar olmasa edebiyatta tartışacak bir şey bulamayacağız, diyerek geçebiliriz belki de. Ama öyle değil, hiç değil. Çünkü biliyoruz ki edebiyatın ve toplumsal cinsiyet ayrımının temelinde var olan kadim bir sorun karşımızdaki. 

 

 

Kadınların romantik kitaplara kendilerini kaptırdıkları düşüncesi, bunu şimdi ortaya atan kişinin kadın ya da erkek olmasının hiçbir şeyi değiştiremeyeceği, eril bir korkunun, bir endişenin tezahürüdür. Kültür ve ürünleri her ne kadar eril bilinçle özdeşleştiriliyorsa da acaba erkek yazar, yazarken, yazdığı için kadınlaşıyor mudur? Flaubert, ölümsüz kahramanı için,  “Emma Bovary benim” derken, tam da bunu kastetmemiş midir?  Edebiyat ve toplumsal cinsiyet üzerine kaleme alınmış Kadınlar Dile Düşünce adlı derlemede Nurdan Gürbilek, bu endişeyi pek zihin açıcı bir dille ifade eder. Eleştirmen, Osmanlı-Türk romanının erken örneklerinden yola çıkarak değerlendirir “kadın okur” imgesini. Buna göre, bu dönemde yazılan hemen her romanda, bir köşede kendini romantik kitaplara kaptırmış kadın karakterler vardır. Romantik kitaplara kendini kaptıran kadın karakterler bu romanlarda yanlış üstüne yanlış yaparlar, züppeleşirler, hayalle gerçeği karıştırıp yanlış eşler seçerler, intihara özenirler, felakete sürükler ve sürüklenirler. “Ahmet Mithat’tan Yakup Kadri’ye, Hüseyin Rahmi’den Halit Ziya’ya, Nabizade Nazım’dan Peyami Safa’ya yarım yüzyılı aşkın bir süre boyunca yayımlanmış romanlar”da devam eder bu hal. Ama neden? Neden özellikle bu dönemde “kadın okur, okuduğu için de felakete sürüklenir” düşüncesi bunca çok işlenmiştir? Bu sorunun yanıtında şimdi batıda da hortlayan tartışmanın özü ortaya çıkacaktır aslında. 

 

 

 Söz konusu döneme siyasal ve kültürel anlamda modernleşmenin sıkıntısı damgasını vurur, yazar erkek nasıl ki yazarak kadınlaşmaktan, kadınsılaşmaktan endişe ediyorsa Doğu erkeği de batılılaşarak kimliğini, erkekliğini yitirme korkusunu taşımaktadır.  Batılılaşma korkusu kadınsılaşma korkusunda varlık bulur. Kadın- erkek, okur- yazar, etkileyen ve etkilenen gibi ayrımlar mutlaklaştıkça, endişe de artar... Kadını dil ötesine, hatta genellikle dilin de öncesine iten ataerkil ideolojiler, kendi erkekliklerini oluşturmaya çalışırken eksiklik ve bozulmayla ilişkilendirilerek oluşturulan bir kadın imgesi var etme yoluna giderler. (Bu bağlamda Gürbilek’in endişeyi öyle ya da böyle dışlayanların değil, içselleştirerek romanlarına taşıyanların, kabullenenlerin iyi eserler verdiğini tespit ettiğini de söylemeden geçmeyeyim. Ondandır ki Recaizade Ekrem’in Araba Sevdası Hüseyin Rahmi’ni Şıpsevdi’sinden, Tanpınar’ın Huzur’u Safa’nın Bir Tereddüdün Romanı’ndan daha iyidir.) 

 

 

Erken dönem Osmanlı-Türk romanında bu eğilim belki de anlaşılır bir şeydir diyebiliriz. En azından tarihsel olarak. Batılılaşma endişesi, ataerkinin baskınlığı buna yol açmıştır. Peki ya şimdi? Tarihi hep ilerleme olarak değerlendirme hatasıdır şimdi... Günümüzde bu bağlamda değişen bir şey yoktur ki, ataerki hükmünü öyle ya da böyle sürdürmekte, belki bazı yerlerde çok baskın, belki bazı yerlerde çok çekinik ama hala hakim. Çekinik gibi göründüğü yerlerde dönem dönem çekildiği gölgelerden çıkarak sopasını sallamakta. Bir anlamda, topluma ayar çekmekte; kah bir el becerileri konulu televizyon programında kadının dilinden fışkırarak, kah bir siyasetçinin siyasi çıkar malzemesi olarak, kah dini bütün bir ilahiyatçının demecinde, kah bir psikologun bilimsel tespitlerinde ortaya çıkarak kendini unutturmamaktadır. Erken dönem Türk romancısının da içini alan kadınsılaşma endişesi, ataerkinin tam kalbinde atar hep, bu ideolojinin temelinde yatar. 

 

 

Otuz yaş üstü yetişkin erkekler ve kadınlar üzerinde yapılan araştırmalarda, görülüyormuş ki kadınlar şiir, öykü ve daha çok roman okurken, erkekler iş stratejileri ve popüler bilim kitaplarından öteye gitmeyi tercih etmiyorlarmış pek. Yetişkin erkeklerin, ama zihinsel olarak ama toplumsal olarak fanteziye karşı kendilerini kapattıkları tespit edilmiş. Hal böyle olunca da sosyal ve ikili ilişkilerde empati kurma, yaşamı zihinsel olarak zenginleştirme gibi yetileri giderek köreliyormuş. Bu araştırma doğruları ne kadar gösteriyor bilemem, ama söz konusu tartışmaya paralel giden bir tespit olduğu da kesin: “Erkek yazar kadın okur”, inancının belki de bilimsel kanıtıdır bu, bile denebilir. Ama ben kişisel olarak klişeleri besleyen araştırmalara karşı şüpheci yaklaşmayı salık veririm. Acaba, bu araştırma erkeklerin toplumsal rollerine kendilerini uydurmak için fanteziden kaçmaya çalıştıklarının bir göstergesi olabilir mi? Okusalar da, okumadıklarını söylediklerinin, ya da arzularını bastırarak okumaktan kaçındıklarının? Ataerkinin gölgesi; roman yazdığı için züppeleşme endişesiyle kıvranan erkek romancıya ya da kadınların yazdıkları romanların asla kendi edebi kalitesine yaklaşamadığını düşünen ve ne yazık ki bu düşüncesini dile de getiren Naipaul’e düştüğü gibi, ara ara tüm erkeklerin de üstüne çok fazla düşüyor olabilir mi? Ne dersiniz…  

 

Yorumlar

Yorum Gönder


ben giriş cümlesi de dahil beğendim yazıyı.. yazılarınız insanda gerçek hayatta da karşılıklı çay içip tartışma isteği uyandırıyor..


O ne biçim giriş cümlesi, metinden hemen soğudum. Takipçi, üslubunuzu da takip eder!

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.