Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

   

Şahane Bir Kitap


Şahane Bir Kitap

Bellek, yitimin ta kendisidir




Toplam oy: 880
Jean-Christophe Grangé
Doğan Kitap
Hiç tereddüt etmeden diyebilirim ki, uzunluğuna ve tüm uzatmalara, sarkmışlık hissi veren bölümlerine rağmen Sisle Gelen Yolcu hem iyi bir polisiye örneği, hem de Grangé’nin yazarlık kariyerinin en başarılı örneklerinden biri.

Polisiye edebiyatın günümüzdeki en önemli isimlerinden biri Jean-Christophe Grangé. Hatta Kurtlar İmparatorluğu'ndan sonra tam bir fenomen. Peki neden? Akıcı dili ve akıl oyunlarıyla bezeli kurgularının yanı sıra devlet, polis teşkilatının arka yüzündeki pisliklere el atmasıyla da dikkatleri üzerine çekiyor. Bir de elbette suçun doğasının ve insanın bilinçaltının derinliklerine inmek konusundaki merakı... Bütün bunların üstüne bir de iyi haber: Ölü Ruhlar Ormanı ile içimizde yarattığı hayal kırıklığını şimdi yeni romanı Sisle Gelen Yolcu ile tamir ediyor. En baştan söyleyeyim, bu yazın çoksatan listelerinde olmayı belki de en çok Sisle Gelen Yolcu hak ediyor.

 

 

Sisle Gelen Yolcu, mitoloji, psikanaliz, iyi-kötü düalitesi, çağın nevrozları ve elbette suçun doğası üzerine örülmüş bir hikaye. Her şey Bordeaux’daki akıl hastanesine gelen hafızasını kaybetmiş bir adamla başlıyor. Psikiyatrist Mathias Freire’ye göre o bir bavulsuz yolcu… Bu bavulsuz yolcunun Minotauros mitini anıştıran bir cinayete karışmış olması ihtimali ise, Freire ile komiser Anais Chatelet’nin yollarını kesiştiriyor. Ancak ilk başlardaki tahminlerimizin aksine mitoloji altyapılı seri cinayetleri çözmeye çalışan başarılı bir psikiyatrist ve çekici bir polisin hikayesi değil bu. Kısa süre içinde başkomiser Anais Chatelet’nin Şili’nin en büyük işkencecilerinden birinin nevrotik kızı olduğunu, psikiyatrist Freire’nin ise tıpkı cinayet zanlısı hastası gibi bir bavulsuz yolcu olduğunu öğreniyoruz. Kendine sürekli surette yeni kimlikler yaratan, bir öncekini ise hiç mi hiç hatırlamayan bir yolcu… Hal böyle olunca bir yandan kendi nevrozlarıyla boğuşmaya çalışırken babasıyla hesaplaşan bir polis ile katil olmadığını ispatlayabilmek için geçmişte yarattığı kimliklerin peşine düşen bir cinayet zanlısının hikayesiyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

Psikiyatrist Freire, evsiz Janusz, ressam Narcisse, kalpazan Nono… Hepsi aynı kişi, ama esası hangisi ya da kim? Benliğini kaybeden bir insan ne yapar? Hele ki kendi kendine uydurduğu her kişi ayrı ayrı işlenen cinayetlerden sorumlu tutuluyorsa? Kafasına boğa kafası geçilmiş Minotauros, bedenine kanatlar dikilmiş ve yanarak öldürülmüş İkarus, hadım edilerek öldürülmüş Uranos ve diğerleri… Yağlıboya tabloların altına çizilmiş cinayet resimleri, tuhaf ritüeller… Bunların altında devletin ve sermayenin yönettiği bilimsel psikanalitik bir deney mi var? Ya da her şey içindeki kötülüğü, şeytanı dizginleyemeyen bir ruhun yazdığı senaryodan mı ibaret? Yoksa ikisi birden mi?

 

 

Anais Chatelet, işin üzerine gittikçe Freire’nin suçsuz olduğuna inanmaya başlıyor, bunu kanıtlamasının imkansız olduğunu bile bile… Ancak Freire’nin geçmişine yaptığı yolculuk başkomiserin en büyük yol göstericisi. Ortadaki en cesaret kırıcı şeyse babasının da içinde bulunduğu bir devlet içinde devlet, güçler birliğinin bu işte parmağı olması. Metis adlı asker temelli ilaç şirketinin kolları her yere uzanıyor. Davayla ilgilenen bir gazetecinin dediği gibi, kurt meyvenin içinde değil, kurtla meyve uyum içinde. Ya da Anais’in babasının dediği gibi devlet de düzen de polis de jandarma da Metis’in ta kendisi… Yazar bu noktadan sonra nevrotik polis kahramanı Anais’i derin devletin pisliklerini çözen bir kahramana dönüştürmeye çalışmıyor neyse ki. Bundan sonrası Anais için sezgilerini ve içgüdülerini dinleyerek Freire’in katil olmadığını kanıtlamak. Ama hikayenin sonuna kadar onun içgüdülerine tam olarak güvenmemiz de mümkün değil. Başta Freire’in kendisi de olmak üzere Anais dışında herkes belleksiz psikiyatrisin katil olabileceği ihtimalini sürekli surette değerlendirmekten vazgeçmiyorlar. Üstelik hikayenin en başından itibaren Anais’nin yanıldığı pek çok konuyu bize hissettirmeyi de başarıyor Grangé. Örneğin Anais, Fransızları, Çinlileri zehirleyen Japonlardan, Yahudileri soykırımdan geçiren Nazilerden vs. farklı bir şey sanıyor. Safça söyleniyor. Bütün bunlar totaliter rejimlerdi, oysa Fransa öyle mi? (Bu
inanmazlık dolu cümlelerin sahibi Anais değil de Grangé’da olabilir tabii, şüphelenmekten kendimizi alamıyoruz.) Fransa gibi emperyalist bir devletin pek çok pisliğiyle bu dava aracılığıyla karşılaşan Anais fena halde yanılıyor. Ancak hikayenin sonunda da bu tür yanılgılarına paralel olarak katil-kurban konusunda da yanılıyor mu? Okurların heyecanını kaçırmak istemem.

 

 

Başta da dediğim gibi, bir önceki romanının yarattığı hayal kırıklığının izlerini silmek istemesinden midir bilinmez, Grangé Sisle Gelen Yolcu'yu yazarlık kariyerinde işlediği pek çok konuyla doldurulmuş. Mitoloji, psikanaliz, derin devlet, terörizm, kimyasal silahlar ve ilaçlar, sanat, kültürün doğası, aşk, cinsellik, cinsel suçlar ve diğerleri… Aslına bakarsanız kurgu içinde tüm bu konuların hakkını da veriyor ancak üzerimizde bir şeylere tam olarak odaklanmayı başaramayan bir tür okur yorgunluğu yaratmaktan da kaçamıyor. Yine de hiç tereddüt etmeden diyebilirim ki, uzunluğuna ve tüm uzatmalara, sarkmışlık hissi veren bölümlerine rağmen Sisle Gelen Yolcu hem iyi bir polisiye örneği, hem de Grangé’nin yazarlık kariyerinin en başarılı örneklerinden biri. Türün takipçileri de, çoksatar tutkunları da pişman olmayacaklar.

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Şahane Bir Kitap Yazıları

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Yazının başlığı da methiye cephesini epeyce açığa çıkarıyor ama en sonda ulaşmam gereken yargıyı en başa taşıyarak atayım ilk adımı: Türkçe yazılan ya da Türkçeye çevrilen kalburüstü bütün tarihî romanları okuduğunu varsayan, kendisi de az çok ilgi görmüş hacimli üç örnekle bu alana katkıda bulunan biri olarak, bugüne dek Moğol Kurdu’ndan daha iyisine rastlamadım.

Ölmek ve gülmek kelimeleri yan yana çok da gelmez. Belki fonetik olarak ya da bir şiirin kafiyesi olduğunda yakalanan uyum kulağa hoş gelse de ölüm ne olursa olsun acı verir insana. Gülecek yanını bulmak zordur ölümün. “Sen adamı öldürürsün” diyerek kahkaha atarken bile güldürmek ve öldürmek aynı cümlede geçti diye kısa süreli bir sarsıntı geçirdiğimiz olur.

Mehmet Akif’in seciyesini en çok şu üç şey inşa etti der Mithat Cemal Kuntay: Kur’anlı ev, pehlivanlı mahalle, müspet ilimli mektep. Bu üç dayanağı anlamak, Türkiye’nin ve şiirin zeminine dair iyi bir fikir verecektir. Akif’te tarih kültürel bir miras değil. O bunu çok erken zamanda anlıyor ve Namık Kemal’in korktuğu varoluş krizinin ortasında kendisini buluyor.

Reenkarnasyon, tarih boyunca birçok coğrafyada bazı farklılaşmalarla olsa da kendisine yer buldu. Dilimize de ruh göçü adıyla aktarılan bu kavram, ruhun bir bedenden diğerine geçerek varlığını sürdürdüğüne dair bir inanç.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.