Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Et Ağacı" yemeği yapmanın faydaları


Zayıf
Toplam oy: 1435
Joshua Mohr, müthiş akıcı, sürükleyici diliyle, okuru hiç de boğmadan, zamansal atlama tekniği ile kurguladığı romanında aklın sınırlarını, altkültürü, ötekileri anlatıyor.

Alice, harika sandığı dünyaya uzanan macerasında simetrinin tüm nimetlerinden yararlanır; karşılaştırma ya da yüzleştirme kimyası diyemeyeceğimiz, izotop olmayı reddedip izomerlik seviyesinde bir kafa bulantısı yaratma ve buradan elde edilen hayal paradokslarıyla “gerçek hakkında bilemediklerimiz” listesi oluşturma çabası, Alice’i bin türlü acayip yaratıkla buluşturur. Aslında çağa uygun bir metamorfoz eleştirisidir alttan alta. Herkes yaşadığı çağı yaşamıyla eleştirir. Hayatta kalmak biraz da budur. Rüya görme özelliği olan bir canlının akıl sağlığı hiçbir zaman normale yakın seyredemez; imgenin bulunduğu ortamlarda daima kavga ve huzursuzluk çıkacaktır. Aşk, anlamını kaybedecektir. Normal, anlamını kaybedecektir. Nesneler başıboş bırakılınca kendilerine yeni anlamlar bulmak için uzaklaşacaklardır.

 

Nesneler yerçekiminden ve insan tekelinden kurtulunca özledikleri boşlukta özel bir savrulma tarzı yakalarlar. Birbirlerinin yerlerine geçerler, birbirlerinin biçimlerini değiştirirler. Taşıdıkları hatıralardan sıyrılmaları ve bağımsız bir tarihçeye sahip olma arzuları sıkıntılı bir süreye ihtiyaç duyar. Çünkü sahipten azat olmak zordur. İnsan, nesneleri kölesi gibi görür. Nesnelerin isyanı ve kaçışı, ancak “empati”, “simetri” örneklerinin tesciliyle mümkündür. Daha basit söyleyecek olursak, nesnelerin insanlara duydukları nefret, temelde eşitsizlik üzerine inşa edilmiştir. Hor görülmeye alıştırılan nesnelerin laneti, şımartılan nesnelerin gizil güçleriyle bertaraf edilmeye çalışılır.

 

İnsan da bir nesnedir sonuçta. Nefes alsa da, düşünse de bir nesnedir. Bunu fark ettiği gün yabancılaşmaktan çok, yabansılaşır. Uyumsuz, gaddar, duygusal ve itici olur. Edinebildiği ve yanında tutabildiği tek dostu, artık yalnızca kendisi ve çeşitli dönemlerine ait kişisel görüntüleridir. Çocukluğu, yetişkin hali, yaşlılığı sanki başka biriymiş gibi gelip gider yanına. Onlarla arkadaşlık etmeye, dolaşmaya başlar. Başı sıkıştığında onlara danışacaktır artık. Travma ilerledikçe cinsellik de karışır olaya; şahıslar artar. Zaman zaman annesine, babasına, komşuya da dönüşebilir yakınındaki vizyon. Kadın, erkek, gey hepsi iç içe geçer ve tek “o” olur. Yani sen. Yani kahraman. Öyküsü kimsenin ilgisini çekmeyen bir kahraman. Şizofreniyi bir masala dönüştürmeyi beceren ve bundan bilim dalları geliştirebilen bir Alice gibi.

 

Tek derdi mutlu olmak olan birinin mutlu olma şansı yoktur. Mutluluk dinamizmle değil, statik enerjiyle ilgili bir dalaveredir çünkü. Duran, mutludur. Hareket halindeki rahatsızdır ve bu rahatsızlığın verdiği güçle sürekli adres veya boyut değiştirir. Mesela fotoğraf mutluluk verir, film ise huzursuzluk yaratır. Mesela ölüm acı da olsa bir gevşemeyle vefa duygusu doğururken, canlı sürekli tedirgin eder bizi. Hastalıklılar, ölülerden de korkar; onların geri gelebileceği endişesiyle özledikleri mutsuzluk peşinde koşarlar.

 

Katlanılmaz görünen bir eziyet

 

Gerçek ile anlaşamayanlar bir çırpıda Freud’un yanında bitiverirler. Kötü geçirilmiş bir çocukluktur tek suçlu. O bahçe bir temizlenebilse, sanki her şey güllük gülistanlık olacaktır. “Beni küçükken çok dövdüler, o yüzden şiddete eğilimim var,” sözü hâlâ taraftar toplasa da dandik bir bahanedir. Eşek kadar adamın çocukluğundan medet umması gülünçtür. Ama bu tuzağa hepimiz düşeriz. Çünkü avcıdan kurtulmanın en kolay yolu, vurulmadan önce tuzağı bulup bile bile, paşa paşa yakalanmaktır.

 

Joshua Mohr, Bana Hayatı Yaşanır Kılan Bazı Şeyler’de otuz yaşındaki Rhonda’yı dışarıdan katlanılmaz görünen bir eziyetin içine sokuyor. Ağır bir çocukluk, tutukluk yapmaya müsait bir kişilik, alkolizm, gizli aseksüellik, bir türlü bulunmayan şefkat, bölüne bölüne darmaduman olmuş kişilik ve psikiyatriyle uygun adım yürüyen bir hayat. İçine girip saklanmaya çalıştığı lekeler, kokular, evler, bedenler onu daha da çileden çıkartıyor. Ama bunalmıyor Rhonda. Eğleniyor bile denebilir. Çünkü bu belayla barışık; belanın kendisine ait bir bulgu olduğunun farkında. Nasıl beyaz tüm renklerin toplamıysa, Rhonda da tüm cinsiyetlerin, tüm karmaşanın, tüm beklentilerin, tüm kaosun birleşimi temelde. O da bunu koruma uğraşında biraz sessizlik, biraz dinginlik için delilik sınırında makul bir cinnet yaşıyor.

 

Mohr, müthiş akıcı, sürükleyici diliyle, okuru hiç de boğmadan, zamansal atlama tekniği ile kurguladığı romanında aklın sınırlarını, altkültürü, ötekileri anlatıyor. Okumaya başlar başlamaz bitirilebilecek roman yazmak güçtür; Mohr bu alanda iyi bir yazar. Yaz başlangıcına doğru bir parça çocukluğunuzu kurcalamanız, yapmak isteyip de kendinizi dizginlediğiniz şeyleri keşfetmeniz için kaçırılmaz bir nimet.

 

 

 


 

 

* Görsel: Selçuk Ören

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.