Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Wolfgang Borchert: Ama Fareler Uyurlar Geceleyin


İyi
Toplam oy: 113
Öyküde ritim dendiğinde ilk akla gelecek isimlerden biri de Wolfgang Borchert’tir. Borchert, coşkulu, şiirsel öykülerini bütünüyle ritmin gücüne yaslar. Melankoli, hüzün ve başkaldırıyla ördüğü öykülerini müziksel araçlarla destanlaştırır. Borchert, öykülerinde, bu kısacık hayatının sorumlusu gördüğü “savaş”la hesaplaşır. Savaş atmosferini, silah seslerini, korkuları, ölümleri çok sesli bir besteye dönüştürür. Örneğin “Kedi Donmuş Karda” öyküsünde, doğayı (kar) ritmik bir unsur olarak kullanır. Wolfgang Borchert hemen her öyküsünde ritmi temel bir öge olarak kullanır.

Bir öykü kitaplığında bulunması gereken önemli kitaplardan biri de Wolfgang Borchert’in (1921-1947) Ama Fareler Uyurlar Geceleyin kitabıdır. Borchert yirmi altı yıllık küçücük hayat serüveninde ölüm ile en gerçek yüzleşmeyi yapmış (ölümle yargılanmak, ölümcül hastalık ve savaşta/cephede yaralanmak) bunun sonucunda da ölüm ve hayat ikilemini öykülerine ustalıkla yansıtmıştır. Gece, yıldızlar, ölüm, yalnızlık, savaş, hayat, fanilik, kent kavramları etrafında kurduğu öykü dünyası; yaşamsal deneyimlerinin sanat katına yükseltilmesi sonucu derinleşir, zenginleşir ve kalıcı insanlık dramına dönüşür. Asıl şaşırtıcı olanı bütün bunları ömrünün iki yılına sıkıştırabilmiş olmasıdır.

 

Bir savaş mağduru ve kayıp kuşağın bireyi olarak dönem gençliğinin çığlığını, ağıdını, başkaldırısını yazmak ona düşer. Ölümleri, açlıkları, yalnızlıkları içtenlikle dile getirdi. Alman ruhunun acı inleyişlerini kâğıda döküyordu. Siperleri, mezarlıkları, yangınları en acıtıcı bir şekilde anlatıyordu. Savaş sonrası yersiz yurtsuzları, yenilgileri, toplum dışına düşmüşleri, bedensel ve ruhsal acılar çeken insanları kayda geçirir. Bir acılı kuşağın yaşadıklarını unutuşa terk etmeden abideleştiriyordu. Sadece yazmıyor, besteliyordu. Çünkü bir sesti, bir çığlıktı yazdıkları. Gür ve dramatik. Aynı zamanda acıyı, kaba, abartılı çizgilerle değil; incelikle dokurken, yüzeysel bir aksiyondan çok, içsel bir sızı olarak işliyordu.

Öykülerinde yenilginin değil, öfkenin ve başkaldırının yüceltimi vardır. Amaç bu güzelim hayatı yaşanmaz kılan olumsuzlukları mahkûm etmek, insan deneyiminin altını çizmektir. Hastanede yazdığı ve en güzel öykülerinden biri olan “Karahindiba” öyküsünde hayat coşkusunu emsalsiz bir simge ile dile getirir. Öyküde, hücreye kapatılan anlatıcının hissettikleri, psikolojisi Borchert’in kendisi de hücrede kaldığı için belgesel bir dramaya dönüşür.
Öyküde ritim dendiğinde ilk akla gelen isim
Öyküde ritim dendiğinde ilk akla gelecek isimlerden biri de Wolfgang Borchert’tir. Borchert, coşkulu, şiirsel öykülerini bütünüyle ritmin gücüne yaslar. Melankoli, hüzün ve başkaldırıyla ördüğü öykülerini müziksel araçlarla destanlaştırır. Borchert, öykülerinde, bu kısacık hayatının sorumlusu gördüğü “savaş”la hesaplaşır. Savaş atmosferini, silah seslerini, korkuları, ölümleri çok sesli bir besteye dönüştürür. Örneğin “Kedi Donmuş Karda” öyküsünde, doğayı (kar) ritmik bir unsur olarak kullanır. Wolfgang Borchert hemen her öyküsünde ritmi temel bir öge olarak kullanır.
Wolfgang Borchert’in öykülerini açıklayacak ikinci sözcük ise şiirselliktir. Öykülere coşkulu, lirik bir atmosfer hâkimdir. Anlatıcı kendi sesiyle değil duygu ânının sesiyle konuşmaktadır. Şiirsel öykülerde, soyut, imgesel, simgesel bir anlatım tercih edilir. Bu öykülerde, dil işçiliği iyice incelmiş, felsefi boyut derinleşmiş, anlam soyutlama/metaforlarla zenginleştirilmiş bir hâldedir ve okurdan dikkat/çaba isteyen biçimsel bir yapı oluşturulmuştur.
Yoğunluk ve şiirsellikle anlam parlatılmıştır. Akışkanlık, şiirsellik ve yoğunlukla oluşturulan öykülerde anlam öbekleri simgesel ifadelerle izah edilir. İşte tüm bu özellikler de onu kaçınılmaz olarak düzyazının gerçekliğinden uzaklaştırıp şiire, onun imkânlarına başvurması sonucunu doğurur: Şiirsellik tam da budur. Wolfgang Borchert “Kargalar Akşam Yuvalarına Uçar” öyküsünde, sevgiliden, sevgiden, talihten yoksun, rıhtımdaki iki kişinin; sadece diyaloglarıyla, yoksul ve kimsesiz hayatları, yoğun ve şiirsel bir anlatımla üç sayfada açığa vurur. “Çatıların Üstünde Konuşmada” öyküsünde ise yalnızların, kimsesizlerin dünyasına eğilir. “Trenler, Öğlesonraları ve Geceler” öyküsünde, insan ve trenin aynılığını anlatırken soluk soluğa, şiirsel bir metin oluşturur.
Savaş karşıtı manifesto
Onun pek çok öyküsü savaş karşıtı bir manifesto gibidir. Yıkıcı savaşın mağduru Wolfgang Borchert, savaşın ruhlarda, bedende, toplumda yarattığı dramları ustalıkla öyküleştirdi. Öykülerindeki kar motifinin çokluğunu, Rusya’da yaşadığı savaş atmosferine bağlamak mümkündür. Savaşı en ağır şekilde mahkûm ederken bunu kaba bir mesajla değil, etkili göndermeler, ince ayrıntılar ve vurucu imgelerle gerçekleştirir. “Saz Benizli Kardeşim” öyküsü bembeyaz karlar içinde yatan gencecik asker ölüsüne yazılmış bir ağıttır. “Jesus ‘Benden Paso Artık’ Diyor” öyküsü de yine dokunaklı bir savaş dramını işler. Savaşta mezar kazıcılardan biri, her Allah’ın günü onlarca mezar kazmaktan bıkmıştır. İnsanların, insanlık dışı cesetler olarak üst üste yığılması onu dehşete düşürür ve askerden firar eder. “Bowling Oyunu” öyküsünde, siperde; silah, öldürme, savaş üzerine konuşan askerlere mikrofon uzatılır. Savaşın saçmalığı bir cinnet hâli olarak sunulur.
Wolfgang Borchert bu türün en güzel örneklerini de vererek hayat ve eserini bütünlüğe ulaştırmış bir yazardır. Bu anlamda sadece Alman edebiyatı değil, dünya öykücülüğü de bu yaşama ve eserlere çok şey borçludur.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.