Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Felsefe

Felsefe

“HEIDEGGER’İN GÖLGESİ”NDE


Vasat
Toplam oy: 569
Jose Pablo Feinmann
Doğan Kitapçılık

"Büyük olan her şey fırtınada ayakta durur"
MARTIN HEIDEGGER

Heidegger ve Nazizm... Bir filozof ve bir ideoloji... Felsefe ve siyaset... Çağımızın en büyük felsefi tartışmalarından biri de bu birliktelik üzerine yoğunlaşıyor demek yanlış olmaz herhalde. Sadece bu konu hakkında yazılan yüzlerce makale ve hatta kitaplar da bunu doğrular nitelikte kanımca. Bir tarafta 1933’lerin Almanya’sında Nazi ideolojisinden taraf olmanın bir seçim değil zorunluluk olduğunu ve Martin Heidegger’in de bu zorunluluğa kapıldığını iddia edenler, öteki tarafta ise çağımızda “Varlık” sorusunu tekrar gündeme getiren bir filozofun “Varlık”ı yok etmek üzerine kurulu bir ideolojiye gönül vermesini talihsizlik olarak niteleyenler... Her iki yaklaşım keskin sınırlar ve kanılar barındırsa da durum ya o ya bu kabilinden çözülebilecek bir içeriğe sahip değilmiş gibi görünüyor. Jose Pablo Feinmann’ın “Heidegger’in Gölgesi” isimli felsefi romanı da hep uçlarda değerlendirilen bu probleme kurmaca – gerçek arası bir pencereden bakan bir çalışma olarak karşımıza çıkıyor. Geçtiğimiz yıl Doğan Kitap tarafından basılan eser, bu konuda Türkiye’de sayısı oldukça az olan çalışmalara yeni bir soluk getireceğe benziyor.

“Platon’u çeken siyasetti. Platon okuyan Martin Heidegger’i ise siyaset henüz çekmiyordu. Gündelik siyaset onun için sadece “boş marifetlilikti...” Rudiger Safranski biyografik çalışması “Bir Alman Üstat- Heidegger” de filozofun ilk dönemlerini böyle tanımlar. Her ne kadar gündelik siyasetten uzak dursa da sahih tarihin gerçekleşme ihtimali yine siyasetin içerisindedir Heidegger’e göre. Platon’un tasvir ettiği mağaradan çıkışın yollarını arayan Heidegger’in emin olduğu tek şey bu çıkışın topluca yani milletçe olacağıdır. 1931-32 yılları arasında verdiği Platon derslerinde de “ Başlangıcında durduğumuz insan varlığının kökten değişiminden ve bu değişim ile birlikte var olanın daha fazla var olacağından” bahseder. Her ne kadar arkadaşı Hermann Mörchen o yıllarda Heidegger’in NSDAP( Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi)’den taraf olmasını sadece siyasi bir fikir olarak tanımlasa da Heidegger’in niyeti bu fikri realize etmek üzerine kuruludur. Yine aynı derste “Bunun hakkında daha fazla konuşulmayacaktır, sadece yapılacaktır” demesi de bu niyeti doğrular niteliktedir. Filozofun henüz eyleme geçmediği bu dönemde kitabımızın kahramanı Dieter Müller de bu derslere katılanlar arasındadır.

Jose Pablo Feinmann Müller’in başta öğrencisi sonra meslektaşı olduğu Heidegger hakkındaki düşüncelerini kitabın ilk bölümünü oluşturan oğluna yazdığı mektupla okuyucuya iletir. Dieter’in mektup içerisinde sürekli öğütlediği şey oğlunun Varlık ve Zaman’ı okumasıdır. Her şeyin çözümünün bu kitapta olduğunu iddia eder Müller. Heidegger ve Nazizm konusunun açıklaması bile bu kitaptadır. Müller’e göre Heidegger’in seçimi çağın en büyük felsefi eserlerinden biri olan Varlık ve Zaman’ın içerisindeki fikirleri gerçekleştirmekten başka bir şey değildir. Heidegger Hitler de felsefi bir şeyler görmüştü ve bu gördükleri onu harekete geçirmeye yetmişti Müller’e göre.

Duruma tarihsel olarak bakıldığında bu inancı sadece Heidegger’in beslemediği de görülecektir. 1933 yılında yapılan seçimlerde sosyal demokratlar ve hemen tutuklanan komünistler dışında herkesin hatta Yahudilerin bile Hitler rejimi lehinde oy kullanması da bunu doğrular niteliktedir. Heidegger’in kurduğu felsefe sahnesinin içinde başrol Hitler’dedir. Varlık nihayet vasıl olmuştur. Artık harekete geçmenin zamanıdır. 1 Mayıs 1933’te Heidegger Nazi rejimi altındaki Almanya’da Freiburg Üniversitesi rektörü olur. Rektörlük konuşmasını yaptığı gün, o zamana kadar siyaset konuşulmayan üniversite için bir dönüm noktasıdır. Bu önemli konuşmanın etkisini “Rektörlük konuşması sonrası Sokrates öncesi filozoflara mı dönmeli yoksa SA’ ya mı katılmalı kimse bilemedi” diye tanımlar Karl Löwith.

Feimann’ın kahramanı Dieter Müller de bu konuşma sonrası böyle bir ayrım yaşar ve kararını verir. Oğluna bu kararını “Ertesi gün Nazi oldum” diye anlatır. Heidegger’in rektörlüğü döneminde Miller de Tarih Kürsüsü’ne atanır. Müller’in Heidegger ile ilk karşılaşması da bu göreve getirildiği gün olur. Filozofla uzun uzun Marksizm’den konuşurlar. Hitler ideolojisinin baş düşmanı Marx hakkında filozof oldukça olumlu düşünceler içerisindedir. Hatta Varlık ve Zaman’a Marx’ın etkisi olduğunu bile itiraf eder. Konuşma sonrası bir kere daha görüşeceklerinin müjdesini verir Heidegger ama önce verilmiş sözleri halletmesi gerektiğini söyler. Verilmiş sözler... Martin Heidegger’in Nazi ideolojisi içerisindeki yerini bu iki kelime tanımlamaktadır. Verdiği sözler vardır ve bu sözleri milletine bağlı bir Varlık olarak rektörlüğü boyunca yerine getirmeye çabalar. Ancak hiçbir zaman Yahudilere karşı yapılan eylemlere katılmaz ve üniversitede de bunlara izin vermez. İdeoloji kararını vermiştir, Heidegger siyasette başarısızdır. Ancak bu başarısızlığı çok daha önce Heidegger anlar ve kafasındaki üniversiteyi şekillendiremeyeceğine karar verince 1934 Nisan ayında istifa eder. Sadece üç ay sonra Hitler SA’lara infaz emrini verir. Martin Heidegger bunu sezdiği için mi istifa etti bilinmez ama Varlık kararını tam zamanında vermiştir.

Dieter Müller ise böyle bir kararın çok uzağında ve inisiyatifsizdir. Görevine devam eder… Kendisine hizmet edenleri bir bir alaşağı eden SA’ler Heidegger’e bir şey yapmazlar. Çünkü o Nazi bile olamamıştır onlara göre. Müler ise bunun tam aksini savunur: “ Nasyonal Sosyalizm, tam onun söylediği şeydi. Nazizm’i de Heidegger kadar anlayan olmamıştı. Nazizm eğer yüceliğine ulaşmadıysa, ulaşmayı bilemediyse, ulaşamadıysa bu ayrı bir hikâye! Nazizm Rosenberg’in Baumler’in ya da Goebbels’in ırkçı biyologlarının metinlerinde rezilleştiyse, büyük Nietzsche’nin yanlış ve sıradan bir versiyonu ortaya çıktıysa, bunda Heidegger’in bir suçu yok. O hareketimizi, ırklarla ilgili gevezelikten çok, ontolojiden, var olmanın unutulmuş öyküsünden yola çıkarak düşünüyordu.” Heidegger doğru olanı yapmış ve köşesine çekilmişti. Artık yaşananları uzaktan izleyecek ve derslerinde sadece Mantık anlatacaktı. Müller için ise durum böyle değildi. Naziler onun için de yakalama emri çıkartmışlardı. Tek çare vardı, kaçmak... Önce Fransa’ya ardından Madrid’e kaçan Müller mekân değiştirse de kafasındaki suçluluktan bir türlü kurtulamaz. İnsanları gaz odalarına kendi rızalarıyla götürüp, zehirleyen ve bir ölüm makinesine dönüşen ideolojiye az da olsa hizmet etmek yakasını bırakmaz. Eleştirel vicdanı Müller’i bir Yahudi’nin fotoğrafında yakalar. Gaz odasına götürülen ve artık yürüyen bir cesede dönüşmüş varlığa söyleyecek sözü kalmaz. Fotoğraftaki manzaradan özür dilemek bile yetersizdir. Varlık ölmez, sadece varlık olmaktan vazgeçer...

Geride kalansa bir fotoğraf ve bir silahtır. Kitabın birinci bölümünü oluşturan mektubun muhatabı Martin Müller için hesaplaşma zamanıdır. Heidegger bu konuda hep susmuştu. Her ne kadar kimse artık onun Nazi olduğunu hatırlamasa da ölümüne kadar partinin üyesi olmayı sürdürmüştü. “Ama artık konuşmak zorundadır. Çünkü masada namlusu ona doğru çevrilmiş bir Luger durmaktadır...”

“Heidegger neden Nazi olmuştu? Bu bir seçim miydi? Rektörlüğü kabul etme sebebi neydi? Milyonlarca insan ölürken o neden sessiz kalmıştı? Hiç pişman olmuş muydu?” Türk okuyucusunun “Kurbanın Son Günü” eseriyle tanıdığı Jose Pablo Feinmann, kahramanı Martin Müller aracılığıyla kurmaca penceresinden bu sorulara yanıt ararken, iktidar ve entelektüeller arasındaki ilişkiyi, mutlak gerçekliğin kuşkulu yanını, dehşetin akla uyduruluşunu ve zekânın aldatıcı yönünü sorguluyor. 

Felsefe tarihinin en önemli isimlerinden birini, tarihin en büyük “Entelektüel Zanlı”sını sorguya çeken “Heidegger’in Gölgesi” bir korku hikâyesi olarak da okunabilecek tarihsel- felsefi bir roman olarak kusursuz Türkçesiyle okuyucularını bekliyor...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Felsefe Yazıları

“Ve bugüne kadar istisnasız bütün devletlerin... nihai amacı olan ebedi barış, kötü savaşları bitirmemizi ve kendisine ulaşmak için en uygun görünen (belki de bütün devletlerin tek tek ve tümden cumhuriyetleşmesini sağlayan) bir anayasa kurmamızı talep eder.

“Girit’e kaçmak, Girit’te yaşamak, Atina’da ölmenin alternatifiydi. Fakat Sokrates Atina’da ölmeyi seçti. Sokrates, Girit’e felsefeyi sokmak uğruna yaşamını korumaktan ziyade, Atina’da felsefeyi korumak uğruna yaşamını feda etmeyi tercih eder. Eğer Atina’da felsefenin geleceğine ilişkin tehlike o kadar büyük olmasaydı, Sokrates, belki de Girit’e kaçmayı seçerdi.

“Sanat eleştirisi öğretmekle geçirdiğim uzun yıllar beni şuna ikna etti ki, bir imgeyi değerlendirmenin en iyi yollarından biri onu gözlemlemek ve üzerine düşünüp konuşmaktır. Sanat eleştirisi bunu gerektirir ve bu kitabın derdi de bu.

“Fotoğraf felsefesinin amacı, insan ve aygıt arasındaki mücadeleyi fotoğraf alanında ortaya çıkararak, sözkonusu karşılığa olası bir çözüm aramaktır”

“... nesnelerin beni (özgür bir varlığı) nasıl etkilediği asla anlaşılır şey değildir. Ben yalnızca nesnelerin nesneleri nasıl etkilediğini kavrarım. Ama ben özgür olduğuma göre (ve ben, kendimi nesnelerin bağıntısı üzerine çıkarıp, bu bağıntının kendisinin nasıl olanaklı olmuş olduğunu sormak suretiyle olanım), ben asla hiçbir şey, hiçbir nesne değilim.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.