Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Aile reisinin kati olarak bir türlü devrilemeyişi!



Toplam oy: 1836
Najat El Hachmi
Sel Yayıncılık

Ataerkinin sonu ne zaman gelecek? Bu sorunun yanıtıdır ki binyıllara damgasını vuran cümle insanlık sorununun da bitişini müjdeleyecek. Fertlerine daimi bir adaletsizlik, acı ve öfke duygusu vermekten başka işe yaramayan aile kurumları da, halklarını kana bulayan, açlığa mahkum eden iktidar-devlet anlayışının da kökeninde o kökleşmiş ataerkil düzen yatmıyor mu? Mesele sadece sorunun cevabını bulmakta değil belki de hiç usanmadan tekrar tekrar sormakla; son ne zaman gelecek, ne zaman?

Fas asıllı yazar Najat El Hachmi’ye Katalan edebiyatının prestijli ödüllerinden birini getiren “Aile Reisinin Kati Devrilişi” temelde işte bu soru üzerine kurulu. Modern dünyayla uyuşmuyor gibi görünse de, bir yandan da kültürel ikiyüzlülüklere denk gelişiyle onunla pek de güzel kaynaşan ataerkil aile yapısını tüm çarpıklığıyla masaya yatıran bir bu roman aynı zamanda göçmenlik ve her anlamda “öteki” olmaya dair de yazılmış. El Hachmi cesur bir çığlık atıyor edebiyat aracılığıyla. Kadın bedeni ve cinselliği üzerine inşa edilen, çarpık bir Müslümanlık anlayışıyla ilmek ilmek dokunan aile kurumunu tüm açıklığıyla dile getiriyor, ipliğini pazara çıkarıyor bir kez daha.  

Kahramanımız, kökü eskilere dayanan geniş bir Faslı sülalenin son ulu aile reisi: Mimoun. O, son ulu aile reisi çünkü, hikayemiz onun hükümranlığının hüsranla son buluşunu anlatıyor. Daha doğrusu ne olursa olsun bir türlü son bulamayışını... Her ne kadar yazar “Kendi yazgısının vuku bulmaması gerçeğiyle yüz yüze gelen bir babanın hüsranı ve onun, hiç habersiz, Driouch ailesinin yazgısını ilelebet değiştiren kızının hikayesi” olduğunu söylese de roman boyunca Mimoun’un iktidarının bir türlü sarsılmadığını okuyoruz. İşte bu anlamda, şartlar ve dünya ne kadar değişirse değişsin ataerkinin yıkılmazlığını bir kez daha vurgulamak gibi bir tuzağa düşüyor sanki yazar, her ne kadar bunun tam tersini iddia etse de. Burada aktarıp da okurun heyecanını kaçırmak istemediğim romanın sonu özellikle bu izlenimi pekiştirir nitelikte diyebilirim. Ancak roman boyunca giderek artan bu izlenimi ve yazarın en başta belirttiği iddialı önermeyi bir yana bırakarak okunduğunda “Aile Reisinin Kati Devrilişi” temel eleştirisini pek güzel işleyip önümüze koyuyor: Bu ikiyüzlü düzen artık yıkılmalı!

Hikaye ulu aile reisi Mimoun’un doğumuyla başlıyor. Bir sürü kızın ardından gelen ilk erkek evlat... El üstünde tutulan, ailesindeki bütün kadınlar tarafından esirgenen, bağışlanan, iktidarı küçücük yaştan itibaren ellerine verilen ve bütün bunlarla asla yetinmeyip hep daha da fazlasını isteyen bir adam. Ulu aile reisliğini, bu reisliğe yaraşacak hiçbir özelliği taşımadan ele geçirmiş olan Mimoun, çevresindeki herkesin hayatını, başta babası ve annesi olmak üzere cehenneme çevirmektedir elbette. Okumaz, çalışmaz, bir baltaya sap olmaz, ailesinin bütün topraklarını kaybetmesine yol açar, ablalarına göz açtırmaz. Ancak ataerkinin çarkları her zaman ondan yana döner elbette, ailesine göre o hastadır ve bu nedenle istediği her şey sorgusuz yapılmalıdır. Erkekliğe adım attıktan sonra yemediği halt kalmayan kahramanımız evlenince, beklendiği üzere karısından kutsal bakireliğe yaraşacak derecede sonsuz bir sadakat isteyecektir. Evden dışarı adım atmayan, kafasını kaldırıp hiçbir erkekle göz göze gelmeyen, istenince sevilip istenince dövülen, gerçek anlamda ehlileştirilmiş bir eştir Mimoun’un istediği. Öyle de olur. Ancak, bütün bunlar ona yetmemektedir; daha ehil, daha ezik, daha namuslu olmalıdır hep karısı. Onu kendi erkek kardeşinden bile kıskanır. Bütün ailenin hayatına damgasını vuracak derecede bir kıskançlıktır bu üstelik. Tek kızının babası olduğundan bile şüphelenmektedir Mimoun, bu şüphe karısını ölümün kıyısından döndürür ve yine de bitmez. Bu arada onun bitmek bilmez istikrarsızlıkları eşliğinde aile Fas’tan İspanya’ya göçmüş, başta kızları olmak üzere çocukları aracılığıyla bütün bu eziyetlere bir de kültür çatışması eklenmiştir.

Mimoun’un kızı, babasının da, ailesinin de kaderini değiştirerek büyüme mücadelesi vermektedir. Diğerlerinden farklı olarak okur, annesine destek verir, zamanı gelince erkeklerle gizli saklı flört etmeye bile başlar. Babasının hayatı boyunca şiar edindiği “Bu benim kaderim olamaz” cümlesi şimdi bir miras gibi ona geçmiştir. Ancak bu genetik miras ulu aile reisinin iktidarına büyük bir darbe vurulacağı anlamına gelmektedir.

Başta da dediğim gibi, Mimoun’un kızı ataerkine, çarpık ve hep erkeklerden yana işleyen ikiyüzlü din anlayışına karşı dramatik bir mücadele verir. Ancak mücadelenin sonundaki kazanımı okuru tatmin edecek nitelikte midir, işte burası tartışmalı. Baskılar içinde hasar almış bir cinsellik, yanlış yapılmış bir evlilik, bitmek bilmeyen acılı bir arayış duygusudur ona kalan. Ve kendi adına babasından intikam almak için koyduğu son noktadaki darbenin şiddeti ne yazık ki oldukça çift taraflı görünüyor. Romanı bitirdikten sonra uzun bir süre düşünüyorsunuz; “acaba Mimoun yine mi kazandı, aile reisi böyle mi devrilir?”, diye...

Yazarın böyle değilse, sizce nasıl devrilir diye sorma hakkı vardır elbette, ki bu bizim de aradığımız cevaba denk düşer! Yine de sorunu masaya yatırmak da onu neticelendirmek yolunda atılmış bir adımdır. “Aile Reisinin Kati Devrilişi”ni tüm sözde ulu aile reislerine hediye edebilirsiniz...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.