Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Arzın çeperinde beyhude gezerken



Toplam oy: 1712
Elif Şafak
Doğan Kitap
Mihrimah ve Sinan'ın alenen başrollerde olduğu düşünülürse, karşımızda sıradan tarihsel bir roman yok, bu bir tarih romanı.

Ustam ve Ben bir şefkat anlatısı. Aşk diyemiyorum, tutku hiç değil. Cihan bir kapaktan ötekine aşkı öğrenemediğinden, gerçek bir âşık olamadığından yakınıyor. Öte yandan tutkulu bir öğrenci olduğunu, öğrenme tutkusunun diğer arzularını gölgelediğini ima ediyor. Oysa Cihan'ın şakirtliği de tutkulu değil kanımca. Yusuf gibi kendinden geçmekten aciz. Keza Davut gibi gözünü hırs bürümüyor, en heyecanlı anlarında bile parlamıyor. Sermimarın çırağı filbazın iştigal ile ilişkisi, saf ve temiz bir sevgiden ibaret. Karşı tarafı incitmeyen, kendini mecnun misali hırpalamayan, iyimser, barışçıl, kucaklayıcı bir şefkat. Belki Çota'nın yoldaşlığı belirliyor Cihan'ın mizacını. Filin anlayışı, ağırbaşlılığı, sevecenliği Cihan'ı da ifrat ve tefritten uzaklaştırıp anı yaşayan, asude bir âdem yapıyor.

 

Bu ferah yürekli, alçak gönüllü yetimin şefkatinin sırrı kitabın geneline yayılan herkesi ve her şeyi insanı sever gibi sevmek şiarından kaynaklanıyor. Hayvanı insandan, sultanı tebaadan, Allahı kuldan ayırmayan bir sevgi fikri var arka planda. Cihan'ın savaş meydanında canlarını tehlikeye atan, telef olan, yine de kimseden takdir görmeyen hayvanlara yazıklanması belli bir duyarlılığa işaret ediyor. İnsana dair olduğunu düşündüğümüz nice hassayı bir çırpıda Çota'ya yakıştırması da bu antropomorfik varsayımın sonucu. Can dostu beyaz fili öldükten sonra zavallıcık cennete gider mi acaba diye tasalanması da ana şefkati gibi göz yaşartan cinsten. 

 

“Sence hayvanlar cennete gider mi? İmamlar gitmez diyor.”
“Yahu onlar ne anlar hayvanlardan? Çiftçilere sor. Çingene taifesine sor. Kim hayvanlarla yaşarsa ona sor. İmamlar, nereden bilsin?” (s. 441)

 

Sultanların halktan uzaklığına, kendilerini bile isteye ulaşılmaz kılmalarına da kızıyor. Osmanlı saray kültürünün iktidar simgelerine, sağır-dilsiz kullara, sessiz koridorlara ve yemeğini halk arasında yemeyen sultana akıl erdiremiyor. Padişahın da acıktığına, üstüne yağ damlattığına, bıyığına pirinç tanesi takıldığına şahit olmamak, bu yücelik vaaz eden adamın insani zaaflarını gizliyor. Öte yandan, onu yalnız, korku uyandıran, sevmesi zor bir adam yapıyor. Peki ulemanın ha babam Allah korkusu dediği bir kültürde ekabirin sevilmesi ne kadar önemli? Mecnun Şeyh'in çekinmeden, “Neden Allah'tan korkayım ki? (...) O'nu sevmek varken. İnsan sevdiğinden korkar mı,” demesi değil miydi sonunu hazırlayan? (s. 88-91)

 

Ama Cihan korkmak istemiyor. Zira, korkunun insana yaptırdıkları ve yaptırmadıkları esas korkutucu olan. Ustası Sinan'a, “Korkunun olduğu yerde sanat nasıl yeşerebilir?” diye yakınması bundan. Prut nehri üstüne inşa ettikleri köprü gözden çıkarıldığında, Takiyeddin'in rasathanesi için yıkım emri verildiğinde hayal kırıklığı yaşıyor. Zanaatkar, binbir emek verdiği eserinin kaderini muktedirin iki dudağı arasına teslim ediyorsa günü geldiğini o eseri kim koruyabilir, iktidara kim direnebilir? Sanatın, zanaatin, bilimin banisi güçlü ve merkezi bir otorite olduğunda (bkz. Osmanlı devleti), belli bir özerklik ve sivil toplum anlayışı çok daha zor gelişiyor. Birbiriyle rekabet eden güç merkezlerinin sanat ve bilim konusunda birbiriyle yarıştığı örneklerde durum farklı oluyor. Merkezi devlet yaratıcılığı teşvik ediyor belki ama birikimin bir gün bir sebeple sıfırlanmayacağını garantilemiyor. Venedikli elçi Marcantonio Şark ve Garp'ta ilim farkını vurgulasa da meselenin özü coğrafi konumumuzdan değil devletin elinin uzunluğundan kaynaklanıyor.

 

Arzın merkezini bulamıyoruz

 

Ustam ve Ben öğrenme aşkı ve aşkı öğrenememe meseli ile başlıyor ve bitiyor. İlk ve son cümleler bir şeye işaret etmekte uyum içinde: “Öğrenme aşkıyla geçti ömrümüz, aşkı öğrenemesek de...” (Kitapta böyle tweet olmaya müsait aforizma bol.) Kastedilmiş mesaj, şakirtlik ile âşıklık arasındaki benzerlik ve mesafe. Yalnız bunun bir leitmotiv gibi tüm kitaba sinmiş bir tema olduğunu söylemek zor. Elif Şafak hikayesini kesinlikle çok güzel anlatıyor, keyifle dinletiyor. Ama işte ister sosyal bilimci deformasyonu diyelim ister dogmatik modernlik, ben roman okurken mütemadiyen o esas soruyu arıyorum – cevap değil soru, yanlış anlaşılmasın. Bu açıdan Ustam ve Ben'in merkezini teşhis etmek kolay değil. Derinden irdelenirse ilginç olma ihtimali olan sayısız tema geçip gidiyor, hiçbiri daha büyük bir bütüne tamamlanmıyor. Arzın merkezini bulamıyoruz. Aynı Simeon'un Cihan'i tarifi gibi. “Merhametli birine benzersin ama kafan pek karışık. İki küreği zıt yöne çeken sandal gibisin. Bir o tarafa, bir bu tarafa. Yüreğinin merkezini bulamamışsın henüz.” (s. 175)

 

Tarihçi bir okur olarak da iki küçük kelam. Haza “şanlı tarihimiz” elbette arka plan olarak kullanılacaktır, tarihsel kurgular yapılacaktır. Hele Mihrimah ve Sinan'ın alenen başrollerde olduğu düşünülürse, karşımızda sıradan tarihsel bir roman yok, bu açıkça bir tarih romanı. Karakterlerin ne kadar gündemde ve popüler oldukları da aşikar. Yazılı ve görsel medya epey zamandır “ne kahraman bir ceddin torunları” olduğumuzu anlata anlata bitiremiyor. (Muhteşem Yüzyıl yapımcıları uzun metraj film çekme kararı alırsa senaryoları hazır!) Yine de sayısız padişah, hanım sultan, paşa, sanatçı, âlim, sefir neden biteviye arz-ı endam ediyor, bu ünlüler romanın kurgusunda neye hizmet ediyor bilemiyorum.

 

Elif Şafak kitabın en sonunda tarihsel akışla oynayışına dair ufak bir açıklama yapmış. Biraz tarih bilen bir okur olur da sayfalar arasında ters giden bir şey var diye düşünecek olursa, her şeyin yazarın kontrolünde olduğunu bilsin, bir parça teselli bulsun niyetine... Fakat sadık okurların beyazperde uyarlamalarına burun kıvırmaları benzeri bir tehlike de var. Tarih hakikattir ve ona sadık kalınmalıdır gibi durağan ve muhafazakar bir itirazdan bahsetmiyorum. Tam tersine, edebiyat uyarlaması gibi “tarih uyarlaması” da aşina olduğumuz bir hikayeyi başka bir janr içinde anlatmayı tercih ettiği için özgündür. Öte yandan, eskinin tadını kaybetmeden yeni bir şey katabilmek bir o kadar da zor. Tüm tanıdıklığına rağmen, yepyeni bir şey yaratmak, aşk gibi ulaşması çetin bir hedef. Öte yandan, ardı arkası kesilmeyen cover şarkılardan her allahın günü yenisi lanse edilen fusion mutfaklara, zamanın karması kulağımıza bu formülü fısıldıyor galiba. Yeni tükendi, yeniden verelim!

 

 


 

 

Görsel: Ali Çetinkaya

Yorumlar

Yorum Gönder


Kasiyer kızları, emekli öğretmenleri yürekten yakalayan bir kitap. Beş kuruşluk opera. Eleştiri de öyle. Saramago'dan intihal yok, ihtimali bile yok. Merak edip Saramago'nun kitabıyla birlikte okuyan bir tane eleştirmen de yok. Böyle olunca insanın aklına şu soru geliyor: Bu söylentiyi kim çıkardı?... biz de zeki çocuklarız. Lütfen birbirimizin zekasını küçümsemeyelim.

(Misafirlere) Not: Birine övgü yaparken adınızı gizleyin. Yereceğiniz zaman adınızı yazın. Ki ardında duruşu olan biri olduğunu sezelim.

38%
62%

Kitabın Jose Saramago'dan intihal olduğuna dair (Filin Yolculuğu) önemli iddialar var. Suya sabuna dokunmadan ya da dokunamadan kitap özeti yazmışsınız. Eleştiri yapın, analiz yapın, ev ödevi kitap özeti değil...

49%
51%

Anlaşılmaz bir eleştiri olmuş, Elif ŞAFAK ı eleştirmişsiniz, ama inanın eleştiriniz bin beter olmuş,

39%
61%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.