Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

başımı omzuna koyabilir miyim?



Toplam oy: 1310
özdamar, derdini kendi hikayeleriyle anlatan bir yazar. o yüzden, makalelerini bir araya getiren aynadaki avlu’yla, adını else lasker-schüler’in bir dizesinden alan tuhaf yıldızlar…’ı birbirine bağlayan birçok öykü var.

“27 Ocak 1977


Provadan sonra Dimitroff Sokağı. Hava soğuk. Akşam vakti. Çocuklar ve yaşlı kadınlar sokakta. Güzel, kör bir adam gördüm, bir süre onun arkasından yürüdüm. Sonra Gundula ve kocası Rudolf Bahro’yu ziyaret ettim. Bahro gene Schubert dinliyordu. Daha sonra kendime bir plak satın aldım. Schubert insanı biraz hüzünlendiriyor. Mozart hüzünlendirmiyor.

 

 

Hamlet provası. Bugün provadan sonra biri Besson’a bir mektup verdi, Besson mektubu açıp kokladı. Paris’teki sevgilisinden parfümlü bir mektup. Besson’un ayrı yaşadığı karısı, Uschi Karusseit, Hamlet’in annesini oynuyor. Birlikte kantinde oturup iş üzerine konuşuyorlar. Günün birinde benim de bir sevgilim olursa, ben de ona parfümlü mektuplar göndereceğim veya sadece parfümlü boş bir yaprak. ‘Bunu başaramazsın, şiddetli derecede yazı yazma arzusu var sende,’ dedi Gabi.”

 

 

 

 

daha kitabı okurken yakın bir arkadaşımız gibi tanıştığımız gabi haklı, “emine” sevgi özdamar tiyatroyla nefes alıp vermiş ama yazmaktan da kendini alıkoyamamış.

 

 

 

geçtiğimiz aylarda “emine” sevgi özdamar’ın iki kitabı çıktı; almanca gazete ve dergilerle yayımlanmış yazılarından oluşan aynadaki avlu ve yukarıdaki satırları aldığım tuhaf yıldızlar dünyaya bakıyorlar gözlerini kırpmadan.

 

 

daha kitabı okurken yakın bir arkadaşımız gibi tanıştığımız gabi haklı, “emine” sevgi özdamar tiyatroyla nefes alıp vermiş ama yazmaktan da kendini alıkoyamamış. o, geçen yüzyılın birden fazla dalda ürün veren yaratıcı ruhlarından.

 

 

hayat bir kervansaray ve haliçli köprü adlı kitaplarını okumadan bu iki kitaba girişirseniz yazık olur. hepsi de otobiyografik özelliklerle birlikte hayatın özüne ilişkin gerçekler taşıyor. yine tuhaf yıldızlar...’da, 1 mayıs 1976 tarihli güncedeki “Peter Batı Berlin’den beni aradı, İstanbul’daki 1 Mayıs yürüyüşünde birçok insanın öldüğünü anlattı. (…) Kim bilir kaçanların kaybettiği kaç tane ayakkabı teki İstanbul’un göbeğindeki sokaklarda öylece duruyordur?” gibi bazı ifadeler insana gerçek bir günlükten ziyade hatıralardan yararlanıldığını düşündürdü ama ne gam. varsın tarih yanlış olsun, 1 mayıs 1977 katliamının ardından taksim bu kadar mı güzel anlatılır?

 

başka disiplinlerle içli dışlı olan yazarlar edebiyata o disiplinden şeyler taşır. “emine” sevgi özdamar da tiyatroyu taşıyor; anlattığı her anda 'sahne'nin özü var yazısında: “Bu akşam plak dükkanında Schubert plaklarına baktım. Öyle genç ölmüş ki. Balık satın aldım, yanımda yarı kör bir kadın duruyordu.”

 

 

görüntülerle, hareketlerle anlatılan öyküler… ilk romanlarında, ikinci dünya savaşı sonrası avrupa’da yaşanan emek göçünün öyküsünün yanı sıra kendi biçimlenişi vardır. burada sözünü ettiğim iki kitabı da, onlar gibi almanca yazmış; dille olan ilişkisi ve sadece cinayet haberleri duyduğu türkçeye karşı hissettiği küskünlük önemli temalarından. aynadaki avlu, uzun bir zaman dilimine yayılan yazılarını içeriyor ve özellikle alman toplumu üzerine önemli gözlemler ve sanatla ilgili bolca ilham içeriyor.

 

 

 

duvar iyi ki yıkıldı! mı?

 

 

özdamar, derdini kendi hikayeleriyle anlatan bir yazar. o yüzden, makalelerini bir araya getiren aynadaki avlu’yla, adını else lasker-schüler’in bir dizesinden alan tuhaf yıldızlar…’ı birbirine bağlayan birçok öykü var.

 

 

onun 1976-1977 yılları arasındaki günlüklerinden oluşan tuhaf yıldızlar…’da tiyatrocu, yazar, entelektüel ve özgür bir kadın olma süreci var; tiyatroyla ilgileniyorsanız, çizimler bile sizi baştan çıkartabilir. içinde rudolf bahro’dan brecht’in ‘çırağı’ benno besson’a, o sıralarda bir sürek avına tabi tutulan raf mensuplarından feminist emma dergisine kadar pek çok ilginç figürün yer aldığı bir hayat parçasını anlatıyor “emine” sevgi özdamar. doğu berlin ve batı berlin’deki bir ortak ev arasında geçen bu hayat, -dönemin ruhunu yansıtmak adına bile olsa bu ifadeyi kullanmama izin verin- ‘düzen’e dair neredeyse hiçbir şeyin sızmadığı bir dünya. ve bütün çıkmazlarıyla birlikte inanın çok eğlenceli.

 

 

başta almanya olmak üzere pek çok avrupa ülkesi için “biz işçi istedik, insan gönderdiler” ifadesi kullanılır ki, bunun anlamı için hayat bir kervansaray’ı okumak gerek. ama bugün avrupa sanatına göçmenlerin yaptıkları katkıya bakarak “emek istemişler, yaratıcılık da onun peşine takılmış” demek yanlış olmaz. özdamar’ın hikayelerinde bu yaratıcılığın neden ve nasıl ortaya çıktığını görebiliyorsunuz.

 

 

berlin duvarı’nın yıkılması bir özgürlük simgesi olarak gösterildi. kendisinin epeyce melanete sebep olduğu doğru ama bugün açıkça görüyoruz ki simgelediği değişimden önce dünya daha iyi bir yerdi. özdamar doğu ve batı almanya’ya ilişkin kimselerinkine benzemeyen gözlemleri bu konuyu yeniden düşünmek için fırsat veriyor okuruna.

 

 

 

 

 

ece’nin eminesi

 

 

bundan dört yıl önce istanbul’da yaptığımız röportajda, parantez içindeki “emine”nin ece ayhan’ın hediyesi olduğunu anlatmıştı: “ ‘ben de ece adını sonradan aldım. sen ümmü gülsüm gibi kadınsın, onun gibi, odaya girdiğinde bütün erkekler ayağa kalkıyor’ dedi. sevgilimin ev arkadaşıydı, birlikte yaşadık.”

 

 

“emine”, rezil ve pespaye sayılanı bile soylulaştıran bir bakış açısına sahip. öyle severek yaşıyor ki hayatı, okurken her anlattığı şeye siz heves edebilirsiniz; aşk acısı ve sıla hasreti dahil.

 

 

istanbul’daki balkonunun bahçesinde, brecht’in mezarının üzerinde olan çiçekleri yetiştiren, aşka aşık, o kadar ki aşıkları öpüşürken gördüğünde el çırpan babaannesinin genleri sorumludur bu halinden belki. ailenin yaşlı kadınları çok önemli onun için, çocuk doğurmamış olmasının sebebini “artık yola çıkmıştım ben, anneanneler, babaanneler olmadan çocuk büyütmek çok zor. onlar ilk aşklarımız, çocuğu mahrum edemezsin” diye anlatmıştı, “benim işlerim genellikle erkeklerle, bir odada üç erkekle oturuyorsam bir süre sonra asabileşiyorum. kadın vücutları da görmek istiyorum. çünkü alışmışız çocukken, babaannenin elbisesi, annenin pudra kokusu, yüzler, bekleyişleri, kirpikleri falan. o resme karşı bir sevgi oluşmuş."

 

 

tıpkı hep özlediği, yanında olmasa da hep sohbet ettiği annesi ve babaannesi gibi şefkatle bilgeliği birleştirebilen kadınlardan. hani yanındayken sokulmak, başınızı omzuna koymak istersiniz ya, öyle. ama bu yazının başlığının sırrı burada değil, öğrenmek için bu iki kitabı okumalısınız.

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.