Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ben ile öteki arasına gerili bir halat



Toplam oy: 1020
Edna O’Brien // Çeviren: İmge Tan
Kırmızı Kedi Yayınevi
Ada yağmurlarının ve Britanya semalarından eksik olmayan bulutların hissedildiği öyküler, boğucu bir nem gibi okurun üzerine çörekleniyor.

Edebiyat üzerine söylenen beylik lafların nihayeti yoktur. Bunlardan biri de, edebiyatın ötekinin ve ötekiliğin deneyimini sunarak ben ile ben-olmayan arasına bir halat germesidir. Ben-olmayan’ın deneyimi okundukça halatın boyu kısalır. İnsan kendisini ve ötekini bu karşılaşma ile tanır. Halat kaybolur. Tüm edebiyata mal edilebilecek beylik laflardan biridir bu. Ama özellikle çeviri edebiyatta ve insanlık durumu üzerine yazılan metinlerde kendisini belli etmeyi pek sever.

 

Edna O’Brien, İrlanda edebiyatının duayen yazarlarından... 60’larda yazmaya başladığı “Taşralı Kızlar” serisi, kadın cinselliğine dair cesur sahneleri nedeniyle muhafazakar İrlanda’da yasaklanıp yakıldıktan sonra O’Brien, Kraliçenin diyarında yaşamaya başlar. Lord Byron ve James Joyce üzerine birer incelemesi ve Virginia Woolf hakkında bir oyunu ve gerçek teröristler, seri katiller ve tecavüz zanlıları üzerine çalışıp yazdığı romanları ve öyküleriyle tanınıyor. İrlanda edebiyatındaki kıdemli yazar statüsünü ise 90’a yaklaşan yaşına değil de, kadınlık deneyimini, cinselliği ve kadın karakterlerin iç seslerini İrlanda kurgusunun bir parçası haline getirmesine borçlu.

Azizler ve Günahkârlar adlı öykü derlemesi ise yayımlandığı yıl Frank O’Connor Uluslararası Öykü Ödülü’ne layık görülmüş. Azizler ve Günahkârlar’daki öykülerden seslenen kadın anlatıcılar bize edebiyatın o bağlayıcı gücüyle, gergin birer halat uzatıyor. Her ne kadar O’Brien anavatanı İrlanda’da yaşamasa da, oralı hikayeleri anlatmaya devam ediyor. İngiltere’deki göçmen işçilerin az maaş, sürgün hissi ve ucuz birayla tükenen hayatları artık edebiyatın ve sinemanın klişelerinden biri olsa da, bir insanlık durumu olarak bugün de yaşanmaya devam etmesi bakımından uzun yaşayacak temalardan biri. Bu haliyle de O’Brien’ın öykülerinde de yerini almış. Kendi hayatından devşirdiği -muhafazakar ailenin yazar olmak isteyen kızı- temasının da yine her devirde karşılığı var. Kadın anlatıcıların perspektifiyle eski gönül yaraları, aldatan kocaların çıkmazları, akrabalarla kopan ipleri tekrar bağlama çabalarının beyhudeliği, siyasi mahkumlar ve masum olduğu halde suçlananların hikayeleri, başkalarının deneyimine dair bilgimizin halesini genişletiyor. O’Brien’ın karakterleri, herkes gibi: Radikal iyiler ve kötüler yerine “hem o hem de o” olan, iyilik ile kötülük arasında savrulan, geçmişin yaralarını iyileştiremeden geleceğin orta yerine düşen karakterler... O’Brien’ın kendilerine yazdığı rolü oynamakla meşguller.

 

O’Brien’ın kurduğu sahne ise oldukça karanlık, melankolik ve karamsar. Ada yağmurlarının ve Britanya semalarından eksik olmayan bulutların hissedildiği öyküler, boğucu bir nem gibi okurun üzerine çörekleniyor. Karşılaştırmak belki doğru değildir ama B. Shaw ve O. Wilde gibi İrlandalı yazarların kinayeli sesinden yükselen ince ironi ve aman vermez eleştiri, O’Brien’ın sesinde yılgın ve ümitsiz bir hale bürünüyor. O büyük kafaların adanın göğünü delercesine konuşan kudretli sesi ve üslubu karşısında O’Brien sonraki nesillerin kuraklığında kendi sıradanlığını kutsamaya çalışan küçük insanı temsilen sahne alıyor gibi.

 


 

*Görsel: Ece Zeber

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.