Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Berlin karası



Toplam oy: 622
Philip Kerr
Alfa Yayınları
Nazi Almanyası'nın siyasi, toplumsal, ekonomik ve ideolojik görünümünü 1930'ların Berlin'i ile birlikte yansıtan Mart Menekşeleri, hem tarihi hem siyasi bir polisiye.

İlk olarak 1989 yılında yayımlanan Mart Menekşeleri, 1956 Edinburg doğumlu İskoç yazar Philip Kerr'in “Berlin Noir” üçlemesinin -ve Bernie Gunther polisiyelerinin- ilk kitabı. Tarihsel dönem olarak 1936-1948 yıllarını kapsayan üçleme The Pale Criminal (1990) ve A German Requiem (1991) ile sürdü, 1993 tarihli yeni bir edisyonunda üç macera bir kitapta toplandı. Philip Kerr'e edebiyat dünyasında büyük ün kazandıran da bu üçlemeydi işte. 1993 yılında Granta dergisi tarafından en iy genç İngiliz yazarlar listesine alındı, aynı yıl Fransa'da verilen Prix du Roman d'Aventures ödülünü kazandı. 

 

"Berlin Noir" üçlemesi, 2011 yılında Guardian gazetesinin “Berlin'de geçen en iyi kitaplar” listesine de girdi. İskoçyalı bir yazarın Nazi dönemi Almanya'sını ve başkentini bu kadar başarıyla canlandırması tuhaf gelebilir. Ancak Kerr’in yüksek lisans eğitimini Alman hukuku ve felsefesi üzerine yaptığı, özellikle de Nazi Partisi uygulamaları üzerinde çalıştığını bilmek açıklayıcı olacaktır. Mart Menekşeleri’ndeki tarihsel, toplumsal ve siyasal arka planın inandırıcılığı da, hiç kuşku yok ki, yazarın konuya hâkimiyetiyle ilgili.

 

Alman Philip Marlowe

 

“Mart Menekşeleri” deyimi, Parti'nin başına Hitler geçtikten sonra (Mart 1933) Nazi'lere katılanlar için kullanılıyordu. Nazi Partisi aynı yılın mayıs ayında üyelikleri dondurmuş, iktidardan nasiplenme fırsatını son anda yakalayanlar “Mart Menekşeleri” olmuşlardı. Üçlemenin ilk romanında, Philip Kerr'in Philip Marlowe'dan esinlenerek yarattığı Bernhard Gunther -kısaca Bernie-, cinayete kurban giden bir Mart Menekşesi’nin katilini arıyor.

 

Serinin ilk macerası olması sebebiyle, roman kahramanı –ve anlatıcı– Bernie’yi kısaca tanıtmakta yarar var; Alexanderplatz'daki bürosunda özel dedektiflik hizmeti veren Bernie, 38 yaşında, içki ve sigara tiryakisi, biraz kilolu, karısının ölümünden sonra kadınlarla uzun süreli ilişkiler kuramayan yalnız bir adam. Pek çok “meslektaşı” gibi, kendisine has bir adalet anlayışı, ahlak ilkeleri, doğru bildiğinden sapmayacak kadar cesareti, taşı gediğine koyma mahareti ve kara mizaha yatkınlığı var. Birinci Dünya Savaşı’nda Türk cephesinde çavuş olarak yer almış, ikinci sınıf Demir Haç madalyası ile ödüllendirilmiş. Elbette bu madalyayı umursamıyor Bernie, savaşın ne anlama geldiğinin farkında, bu nedenle ülkesini yeni bir savaşa sürükleyeceklerini düşündüğü Nazilerden ve ırkçılıktan hiç hoşlanmıyor. Zaten uzun yıllar görev yaptığı ve haklı bir şöhret kazandığı cinayet masası başmüfettişliğinden de Nazilerin işbaşına gelmesinden sonra ayrılmış. Ancak teşkilatta hâlâ hatırlanıyor, sevilmese bile saygı görüyor.

 

Hikaye 1936 yılında, Berlin Olimpiyatları arifesinde başlıyor. Berlin’de Almanya’nın gücünü dünyaya göstermek için hummalı faaliyetlerin sürüp gittiği, diğer yandan rejim karşıtlarına ve Yahudilere yönelik baskı ve şiddetin tırmandığı zamanlar. Bernie’nin işleri Naziler sayesinde çok yoğun. Müşterileri genellikle kayıp yakınlarını arayan Yahudiler. Dosyalar ise genellikle benzer sonuçlanıyor; kayıp ya Gestapo ya da SA’lar tarafından bir su kanalına atılmış bir ceset ya da bir toplama kampı olan KZ’ye gönderilecek mahkumlar listesinde bir isim…  

 

Ancak yeni işi biraz farklı. Zengin ve güçlü bir Alman sanayicinin kızının ve damadının cinayetini araştırıyor Bernie. Evlerinde önce kurşunlanan, sonra yakılan kurbanların kasası da yağmalanıyor, aile yadigarı değerli mücevherler çalınıyor. Soruşturmanın ilk aşmasında, öldürülen adamın Mart Menekşeleri’nden olduğunu ve Heinrich Himmler tarafından yolsuzluk soruşturmalarını takip etmekle görevlendirildiğini öğrenen Bernie, çifte cinayetin arkasında daha derin ve tehlikeli bir suçun gizlendiğini fark ediyor. Hitler’in iki önemli adamı arasındaki güç savaşlarının ortasında kalan kahramanımız hayatını kurtarmak ve sonuca ulaşmak için soruşturmasını Jesse Owens’in yarıştığı olimpiyat stadından gece kulüplerine, Nazi saraylarından kenar mahallerdeki metruk binalara kadar geniş bir mekana yayıyor...

 

Tarihi, siyasi polisiye

 

Nazi Almanya’sının siyasi, toplumsal, ekonomik ve ideolojik görünümünü 1930’ların Berlin’i ile birlikte yansıtan Mart Menekşeleri hem tarihi hem de siyasi bir polisiye. Philip Kerr, suçu kovalayan özel dedektifin merceğinden dönemin bütün kirini, kokuşmuşluğunu, adaletsizliğini, kaotikliğini, şiddetini yakınlaştırıyor. Nazilerin yukarıdan aşağıya, toplumun her yanına yaydığı zihniyeti sergilerken kullandığı ifadeler elbette sadece o dönemle sınırlı değil; bütün otoriter yönetimlerin geçmişte ve günümüzde yaptığı tahribatın özeti. Kendimizle ilişki kurmaksa hiç zor değil: “Bugünlerde herkes bir şekilde doğru yoldan sapıyordu. Öyle ya da böyle yozlaşma Nasyonal Sosyalizm altındaki hayatın en belirgin özelliğiydi. Hükümet, Weimar Dönemi'ndeki siyasi partilerin yolsuzluğu hakkında birkaç açıklama yapmıştı, ama bunlar şu anda var olan yolsuzluğa kıyasla hiçbir şey değildi. Yolsuzluk en tepede kök salıyordu ve bunu da herkes biliyordu. Bu yüzden çoğu insan kendilerinin de pay alması gerektiğini düşünüyordu. Bu tür konularda eskisi kadar titiz olan birini tanımıyordum. Buna ben de dahildim. Konu ister karaborsa yiyecek, isterse bir hükümet yetkilisinden bir fayda sağlamak olsun, insanların yolsuzluğa karşı duyarlılığı bir marangozun kullanıla kullanıla güdük kalmış kalemi gibi körelmişti.”

 

Mart Menekşeleri -Amerikan “hard boiled”larını andıran aksiyon sahneleriyle- hızlı bir tempoda ilerliyor. Gerçekçi bir atmosfer yaratan, muammasını siyasi bir örgü içinde kurgulayan, zaman zaman mizaha ve aşka da yer veren Philip Kerr, herkesi memnun edecek bir polisiye yazmış. Romanın yegane hatası, yedinci bölümde adı geçen “Clayallee Sokağı” ile ilgili. Berlin’in o bölgesinde böyle bir sokağın varlığı gerçek, ancak 1936’daki ismi farklıymış. Sokağın Kronprinzenallee olan ismi 1949 yılında Batı Berlin Askeri Valiliği görevini yürüten Amerikalı General tarafından Clayallee olarak değiştirilmiş. Elbette romana etkisi yok ama tarihi roman yazmanın barındırdığı tuzakları göstermesi açısından ilgi çekici, değil mi...

 

 

 


 

 

* Görsel: Tufan Kızılırmak

 


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.