Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir büyük yaratıcının kişisel cehennemi



Toplam oy: 823
Hermann Broch
İthaki Yayınları
Otobiyografi sözcüğü bu metnin içeriğini tam olarak karşılamıyor; elimizde aslında bildik anlamda bir otobiyografi değil, bir kişisel ruhsal çözümleme denemesi var.

Milan Kundera, Roman Sanatı’nda Hermann Broch'tan büyük bir övgüyle bahseder. Onun roman macerasını belki de en fazla etkileyen isimdir Broch. Öte yandan, çağdaşı Yahudi aydınlara göre de şanslıdır; Nazilerden ucuz kurtulmuştur. Zengin bir fabrikatörün oğlu olarak, mesela Robert Musil gibi yoksulluk çekmemiş ya da Walter Benjamin gibi kaçmak için çok geç kalmamıştır. Naziler 1938'de Broch'u tutuklarlar ancak James Joyce'un da aralarında bulunduğu bir grup arkadaşının organize ettiği bir kampanya sonucu serbest bırakılıp İngiltere'ye gitmesine izin verilir; sonra da ömrünün geri kalanını geçireceği ABD'ye geçer.

 

 

Psikolojik Otobiyografi, bu büyük yazarın eserlerinin gerisindeki kişiliğini bize tanıtması açısından son derece ilginç bir metin. Bir büyük yaratıcının kişisel cehennemini gösteriyor bize. Aslında otobiyografi sözcüğü bu metnin içeriğini tam olarak karşılamıyor; elimizde aslında bildik anlamda bir otobiyografi değil, bir kişisel ruhsal çözümleme denemesi var. Bu ruhsal çözümlemenin merkezinde ise Broch'un çocuklukta yaşadığı, yaşamının sonuna kadar kendisini etkileyecek olan bir yara yer alıyor: “Korkunç bir aşağılık duygusunun resmidir bu. Tıpkı erken çocukluk döneminde yaşanan yenilgi gibi, anne sevgisi söz konusu olduğunda hem babam hem kardeşim karşısında alınan bir yenilgidir bu. (...) Hatırladığım kadarıyla bu iki adam karşısında kendimi ‘Erkek-Değil’miş gibi yani ‘iktidarsız’ hissettim.” Annesi ve babası Broch'a sevgi göstermezken, erkek kardeşine ise özel bir ihtimam gösterirler: “Babasının erkek kardeşine olan yumuşak tavrı ve annesinin kardeşine onu şımartacak denli sevgi göstermesi, Broch'a çok acı veriyordu. Bunun sonucunda onda 'korkunç bir kıskançlık' oluştu. Çocukluğunda, 'kardeşine ve babasına karşı hissettiği bu kıskançlık' onu neredeyse öldürüyordu. (...) Annenin sevgisini paylaşan baba ve kardeşin buna uygun olarak onu 'Erkek-Değil' ya da 'cinsel anlamda iktidarsız' olarak değerlendirdiklerini düşündü Broch.”

 

Bu ağır yara, Broch'un karşı cinsle olan ilişkisini etkileyecektir. Bu metinde Broch'un çözümlemeye çalıştığı ana konu budur. Aslında fiziki bir iktidarsızlık sorunu yoktur ama düşünsel olarak bu fikre saplanmış, adeta böyle olduğuna inanmıştır. Bu nedenle de kadınlarla olan ilişkilerinde pasif olmayı tercih eder: “Partnerimi ben seçmem, aksine partnerim tarafından seçilirim. Çünkü: İktidarsız kişi, iktidarsızlığının ortaya çıkması olasılığı karşısında bu riski üstlenmemek için kadına kur yapmamalıdır. (...) Yenilgiye uğrayacağım duygusu, beni doğal olan sevgi ilişkisinden uzaklaştırdı ve insanüstü bir gayret göstermeme neden oldu.” Kitabın, zamanında bir mektup ekinde iki kadın arkadaşına da yolladığı ilk bölümü, kadınlarla olan bu sorunlu ilişkileri ve kendi ideal kadın tiplemelerinin irdelenmesi hakkındadır.

 

Edebiyat, felsefenin fakir bir ikamesi


Broch Viyana'nın meşhur kahvelerinde Robert Musil, Franz Blei gibi entelektüellerle arkadaşlık eder. Eski bir model olan ve Café Central'in Kraliçesi olarak nam salmış kadın gazeteci Ea Von Allesch de bu çevredendir. Broch öncelikle, daha sonra Kafka'nın sevgilisi olarak ünlenecek olan Milena ile ilgilenir, ancak Ea için Milena'dan vazgeçer. Kendisinden on bir yaş büyük Ea ile ilişkileri uzun süre devam edecek ve Broch travmasının kendisine nasıl yanlış seçimler yaptırdığını örneklemek için şunları söyleyecektir: “Hayatımın on beş yılını özen gösterme ve gösterilme ihtiyacı içinde (yanısıra belirtilmeli ki, oldukça histerik) bir kadına verdim. Erotik ilişkimiz çoktan bitmiş olsa da, iç yaşantı anlamında birbirimize bağlılığımız beş altı yıl daha sürdü ve şefkat dolu yeni bir cinsel ilişkiye engel oluşturdu.” Broch Die Schlafwandler (Uyurgezer) üçlemesinin ikinci ve üçüncü kitaplarında Ea Von Allesch'in detaylı bir portresini sunar.

 

 

Theodore Ziolkowski “Mutlak Romanın Peşinde” başlıklı eleştirel incelemesinde, 20. yüzyılın en yenilikçi romanlarından ikisinin edebiyatı felsefenin fakir bir ikamesi olarak gören bir yazar tarafından yazılmış olmasını paradoks olarak değerlendirir; şöyle devam eder: “Broch, roman vizyonu açısından ancak Joyce'un Finnigan's Wake’i ile kıyaslanabilecek Vergilius'un Ölümü adlı romanını tasarlamaya, ABD'ye iltica ettikten sonra kendisinden kültürel bir dönemin kapanışını ders anlatır gibi değil de bir hikaye gibi anlatmasını talep eden bir radyo istasyonu için yaptığı program ile başlar. Bu anlatı, tıpkı romanın kahramanı Vergilius gibi, onu bir çöküş çağında şiirin artık moral bir değer taşıyamayacağı sonucuna götürür. Nitekim bu dönemden sonra edebiyatın kitlelerin bilincini ve etik tavırlarını etkilemek konusundaki gücünü reddeder ve ölümüne kadar kitle psikolojisi ve politika üzerinde düşünür, çalışır.” Şiir ve edebiyat konusundaki bu tavrı bize Adorno'nun ünlü deyişini anımsatır: “Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarcadır.” Kitabın ikinci ana bölümü de işte bu dönemde yaptığı felsefi ve siyasal çalışmaların bir özeti niteliğindedir. Avrupa'nın ikinci savaş ile yaşadığı büyük kriz, Broch'un zaten birinci savaşla birlikte tespit ettiği, üzerinde çalıştığı romanının temel izleğini oluşturan eski dünyanın ve onun değerlerinin yıkılışı konusuna tüm enerjisi ile eğilmesine yol açar. Spenglerci bir yaklaşımla tarihin değer sistemlerinin dağılması ve yeniden toparlanması süreçlerinden oluşan bir çevrimle ilerlediğine inanır. Bu çerçevede Batı uygarlığı da bir çöküş dönemi yaşamaktadır.

 

Eğer psikoloji ile ya da Broch ile özel olarak ilgileniyorsanız bu otobiyografi sizin için bir değer ifade edebilir ama bunun dışında ortalama okurun ilgisini çekecek bir derleme değil bu. Okumaya karar verirseniz baştan başlamak yerine, önce 113. sayfadan başlayan “Yayıncının Notları” bölümünü okumanızı tavsiye ediyoruz. Bir açıklayan olmadan, Broch'un kendi analizinin içinden çıkmak, ne anlattığını anlamak epeyce zor olabilir. Yunan mitolojisinden Amphitryon'la ilgili –136. sayfadaki– açıklama ise yanlış; amca Elektryon konusu yanlış anlatılmış. Eğer o açıklama çeviri ise, demek ki orijinali de yanlış. Meraklısı, bir mitoloji sözlüğünden doğrusunu öğrenebilir.

 

 


 

 

* Görseller: Keith Negley, Güneş Engin

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.