Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir doğa felaketi



Toplam oy: 1478
Hakan Bıçakcı
İletişim Yayıncılık
Hakan Bıçakcı'nın yazarlık kariyeri açısından bir sıçrama sayılmasa bile, Doğa Tarihi 2014 yılının en iyi romanları arasına girmeyi hak ediyor.

Hakan Bıçakçı 2002 yılında Romantik Korku ile başladığı yazarlık hayatını Rüya Günlüğü (2003), Boş Zaman (2004), Apartman Boşluğu (2007), Karanlık Oda (2010) romanları ve iki hikaye kitabıyla sürdürmüştü. Romanlarında başrolü erkeklere vermesine alışmıştık; genellikle işsiz ya da sistemin karakteristiğini doğrudan yansıtmayan işlerde çalışan erkek karakterlerdi kahramanları. İlk kez bir kadın kahraman katılıyor Bıçakcı'nın şahıslar albümüne ve ilk kez iş dünyası -hem de bir roman kahramanı kadar- öne çıkıyor. Doğa Tarihi’nde günümüzün yükselen değerlerine kapılmış hırslı bir kadının psikolojik çözülüşünü adım adım izliyoruz.

 

Doğa otuz beş yaşında genç ve hırslı bir kadın. Görkemli bir plazada konuşlanmış “High Project” adlı halkla ilişkiler şirketinde çalışan bir iş kadını; üst düzey yönetici. Şirketin kurucusu ve patronu Cengiz Bey’in altındaki iki “direktör”den biri. On yıldır cam duvarlı, yüksek tavanlı, klima havalı, az eşyalı, ferah odasında sabahtan akşama mesai yapan, odasında bulunmadığı zamanlarda da toplantı odalarında tam teçhizatlı sunumlar gerçekleştiren Doğa, hayatıyla işini birbirine karıştırmış durumda.

 

Büyük paraların döndüğü küçücük bir dünya

 

İnsan yaptığı işe ruhunu bir kere kaptırmayagörsün, -kendisine, çevresine, hayata- yabancılaşması kaçınılmazdır. Nitekim Doğa da metaları allayıp pullarken, bir süre sonra bedenini de metalaştıracaktır: "Dış görünüşüyle aklını bozmuştu. Kendi hayatıyla meşgul olmayı bırakıp başkalarının hayatlarıyla meşgul olmaya başlamıştı. Kendi gözleriyle değil, başkalarının gözleriyle bakıyordu kendine. Onaylanma hevesiyle. Hayatındaki her türlü eksiklik duygusunu, türlü maddi aşırılıklarla telafi etmeye alışmıştı. Mutlaka zengin, genellikle kaba ve her zaman can sıkıcı adamlarla takılıyordu. Onlarlayken hiçbir şey hissetmiyordu. (...) Onlara erkek olduklarını hissettirmeyi iş edinmişti. Onlar da karşılığında kendisine kadın olduğunu hissettireceklerdi. Kapısını açacak, sandalyesini çekecek, paltosunu tutacak adamlar olacaktı hep etrafında. Ve yeri geldiğinde onun için kavgaya girecek koruma görevlileri... Dünyanın kendi etrafında dönmediğini hissettiği an paniğe kapılıveriyordu. İçinde bulunduğu iş ortamı da bu paniği acımasızca köpürtüyordu. Hep merkezde olmalıydı. Hep farklı olmalıydı. Farkı fark edilmeliydi. Kalitesi gözle görülmeliydi. Kesintisiz olarak arzulanmalıydı. İştah, takdir ve kıskançlık dolu gözler hep üzerinde olmalıydı."

 

Oysa güzel bir kadın Doğa. Yüksek bir geliri, pahalı bir arabası, lüks bir sitede evi, zengin bir sevgilisi var. Ne var ki yukarıda özetlenen haletiruhiyesi mutlu olmasına izin vermiyor. Hayatı bir yarışa çevirdiği için sürekli tedirgin, sürekli telaş halinde. İş yerinde ve özel hayatında kontrolü dışında gelişen bir dizi olay bardağı taşıracak, Doğa sık sık geçmişi ve mutlu olduğu zamanları hatırlamaya başlayacak, sonunda etrafı "küçük adamlarla" çevriliverecektir... Patronunun da zorlamasıyla bir psikoloğa görünür. Ancak doktorun tavsiye ettiği ilaçların kilo almasına yol açacağından endişelenen genç kadın bir tercih yapmak zorundadır...

 

Sıradan, sakin, hatta güvenli bir hayatın içinden

 

Bellek bu romanında da yine önemli bir yer tutuyor. Doğa’nın belleğindeki gerilmeler; hatırladığı Doğa ile şimdiki Doğa arasındaki uçurum... Cinselliğini bile yaşayamaz hale gelmesi, yitirilmiş gençliği, aşkları, coşkuları. Metalaşmış bir halde... Ancak ruhunu ve kişiliğini boğan koşullardan yine de vazgeçmeyecektir Doğa. 

 

Sıradan, sakin, hatta güvenli bir hayatın içinden gerilim yaratmayı seviyor Hakan Bıçakcı. Hayatın olağan akışı içinde sürüp giden hikayeler anlatmakla birlikte roman kahramanlarının algıları, sezgileri, kabusları ya da rüyaları yoluyla okuyucuyu tekinsiz bir atmosfere sokmayı her seferinde başarıyor. Romantik Korku dışında fantastik unsurlara yer vermemiş ama yine de her romanında sanki her an bilinmeyen bir şeylerin ortalığa çıkacağı beklentisi yaratmıştı Bıçakcı. Bu kez bir kadının halüsinasyonları dolayımıyla ortaya çıkan küçük adamlar üstleniyor tekinsizlik duygusu yaymayı.

 

Bıçakcı romanlarındaki tekinsizliğin asıl kaynağı hayatın kendisidir; tekdüzeliği, saçmalığı, böyle bir hayata sıkışan bireyin manasını yitirmesi, kendisini hayata dışarıdan bakan bir yabancı gibi hissetmesi... Bu romanında da kahramanı “yarılmanın” eşiğine getiren -plazalar, alışveriş merkezleri ve güvenlikli modern bir site arasına sıkışıp kalan- gündelik yaşamın ta kendisi. Gündelik yaşamın, daha doğrusu iş dünyasının boğuntusu Doğa Tarihi’nde -Bıçakcı'nın önceki romanlarına kıyasla- çok daha fazla vurgulanmış. Ne var ki bu vurguyu roman lehine bir durum olarak tespit ettiğimi söylemiyorum. Bıçakcı'nın, anlatıcı ile anlattığı hikaye arasına bilerek koyduğu mesafe, okucuyu söz konusu hayat ve o hayatı sürdüren roman kahramanıyla özdeşleştirmekten sakınan anlatım tarzı sert bir eleştiri anlamında hedefine ulaşıyor. Belgesel izler gibi izliyoruz Doğa'nın hayatını. İçine giremiyoruz. Aslında girmeye değer bir iç olmadığını göstermek istiyor Bıçakcı. Gelgelelim, böyle bir anlatım yoluna gitmesi önceki romanlarının sıcaklığını yakalamamıza mani oluyor.

 

Doğa Tarihi’nde Bıçakcı'nın dilini, minimalist üslubunu, karakteristik ayrıntıları seçme becerisini daha da geliştirdiğini söyleyebilirim. Gözünü diktiği çarpıklıkları yalın ve ekonomik ifadelerle dile getirdiği anlarda gerçekten edebiyat tadı alıyoruz. "O büyük işler yapamayacak kadar yeteneksiz, küçük işler yapmayı kendine yakıştıramayacak kadar hırslı olanlardandı", "Kadının köpekle ilişkisi için hayvan sevgisinden çok, hayvana insan yaşamını sevdirme projesi denebilirdi" ya da "Kimse romantik filmlerde veya aşk romanlarında olduğu gibi sevdiğini elde etmiyordu. Elde ettiğini seviyordu. Elde ettiğini sevdiğini sanıyordu" cümlelerinde olduğu gibi...

 

Hakan Bıçakcı'nın yazarlık kariyeri açısından bir sıçrama sayılmasa bile, Doğa Tarihi 2014 yılının en iyi romanları arasına girmeyi hak ediyor.

 

 

 


 

 

* Görsel: Ezgi Bıçakçı

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.