Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir Zamanlar İskandinavya'da



Toplam oy: 120
Martin Beck, on kitaptan oluşan bir dedektiflik serisi. İlk kitap Roseanna adıyla 1965 yılında basılmış. Ülkemizde yetmişli yıllarda serinin bazı kitapları okuyucuya sunulsa da yayım serüveni ne yazık ki öylece yarıda kalmış. Ayrıksı Kitap, 2019 yılında kolları sıvayıp yeni bir çeviri, gayet hoş kapak tasarımları ile serinin tüm kitaplarını yayımlamaya başlamış. Bugün on kitabın tamamı da ulaşılabilir durumda.

Polisiye tutkunları, İskandinav polisiyesinin türün içinde nasıl bir ağırlığa sahip olduğunu iyi bilirler. Özellikle son yıllarda Türkçeye kazandırılan yeni yazarlarla beraber, bu soğuk toprakların suç öykülerine olan ilgimiz gitgide artıyor. Bunlardan biri de Türkçe için kısmen yeni, fakat İskandinav polisiyesi için artık klasikleşmiş bir seri; Martin Beck.

 

Martin Beck, on kitaptan oluşan bir dedektiflik serisi. İlk kitap Roseanna adıyla 1965 yılında basılmış. Ülkemizde yetmişli yıllarda serinin bazı kitapları okuyucuya sunulsa da yayım serüveni ne yazık ki öylece yarıda kalmış. Ayrıksı Kitap, 2019 yılında kolları sıvayıp yeni bir çeviri, gayet hoş kapak tasarımları ile serinin tüm kitaplarını yayımlamaya başlamış. Bugün on kitabın tamamı da ulaşılabilir durumda. Seriyi ilginç kılan şeylerden biri de iki yazar tarafından beraberce kaleme alınmış olması. Maj Sjöwall, geçtiğimiz nisan ayında aramızdan ayrılan, 1935 Stockholm doğumlu bir yazar. İskandinav polisiyesinin kraliçesi olarak kabul görüyormuş. Per Wahlöö ise 1926 -1975 arasındaki kısa sayılabilecek ömrüne pek çok kitap kazandırmış, İskandinav edebiyatının önemli yazarlarından biriymiş.

“Bir Modern Polisiye Klasiği” alt başlığı ile sunulan Martin Beck serisinin esas iddiası, bugünkü İskandinav polisiyesinin yol gösterici ilk örneklerinden kabul edilmesi. Gerçekten de kitabın arka kapağında Henning Mankell ve Jo Nesbo gibi iki önemli polisiye yazarına ait övgü sözleri, Martin Beck’in kendisinden sonra gelen kuşağa ilham verdiğini teyit ediyor. Bunlara ek olarak serinin İsveç Akademisi Ödülü ve polisiye türü için son derece prestijli Edgar Allan Poe Ödülü’ne layık görüldüğünü de unutmamak gerekir.

Kanaldaki Kadın
Çeşitli zamanlarda beyaz perdeye de uyarlanan Martin Beck serisinin ilk serüveni Kanaldaki Kadın (Ayrıksı Kitap -2019) kahramanımızla tanışma kitabı. 329 sayfalık kitap hem polisiyenin akıcı tabiatı gereği hem de romanın sayfa düzeninden olsa gerek, tempolu bir okuyuşla kısa sürede bitiyor. Peki geriye okurun damağında nasıl bir tat kalıyor? Buna geçmeden önce hikâyeye değinmek gerekir.
Martin Beck, iki çocuğa sahip, mutsuz bir evliliğe sıkışıp kalmış, çok fazla konuşmayan, sigara içmeyi seven, sık sık soğuk algınlığına yakalanan, İsveçli bir polistir. Bir temmuz öğleden sonrası, göletler, adacıklar ve deniz ülkesi İsveç’in küçük bir kasabasında, bir su kanalında, bir kadın cesedi bulunur. Kitabın ilk sayfasının ilk cümlesi, işte bu cinayetle açılıyor.
Martin Beck’in bu cinayetin aydınlatılmasındaki enbüyük yardımcısı, departmandaki güvenilir dostu Lennart Kollberg olacaktır. Ancak ikilinin işi hiç de kolay değildir. Küçük bir kasabada bulunmasına rağmen cesedi tanıyan ya da kayıp bir kadını arayan kimseye ulaşamazlar. Katile ulaşmak şöyle dursun, çözmeleri gereken öncelikli esrar, kurbanın kimliğidir.
Ulusal basında da genişçe yer bulan cinayet haberlerine rağmen kadını tanıyan kimse çıkmayınca, maktulün yabancı uyruklu olduğunu düşünmeye başlarlar. Bu düşüncelerinin altı da boş değildir. Zira cesedin bulunduğu kanal, turistik gemiler için popüler bir ziyaret noktasıdır. Böylece soruşturma farklı bir yöne ilerler ve cesedin bulunduğu tarihlerde kanalı ziyaret etmiş geminin peşine düşerler. İpuçları onları doğru yere ulaştırır. Kurban yalnız başına gemi seyahatine çıkmış Amerikalı bir kadındır. Gemideki tüm yolcuların ve çalışanların listesini çıkarıp samanlıkta iğne aramaya başlarlar. Çünkü yolcular farklı ülkelerdendir, hatta Türkiye’den bile bir yolcu vardır ve seyahat bittiği için herkes çoktan memleketine dönmüştür.
Martin Beck şüphelendiği isimler üzerine araştırmalarına devam ederken, öte yandan kurban Amerikalı olduğu için Amerikan polisi ile de iş birliğine girişirler. Tabii bu ortaklık kilometrelerce uzaktan ve bazen posta bazen de telefon yoluyla yürütülmektedir. Kurbanın kimliği hakkında etraflıca bilgi edinirler. Mürettebattan şüphelendikleri kimseleri sorgularlar. En nihayetinde ulaşabildikleri tüm yolculardan gemide çektikleri fotoğraf ve videoların kopyalarını talep etmek akıllarına gelir.
Bu, soruşturmanın dönüm noktasıdır. Gemide çekilmiş yüzlerce fotoğrafı inceleyip kurbanın gözüktüğü kareleri ararlar. Bulurlar da. Bazı fotoğraf karelerine, kurban açıkça yanında bir erkekle girmiştir. Heyecan artar. Ancak ipucunun ulaştığı yer şaşırtıcıdır; kurbanın yanında gözüken adam ne yolcu listesindekilerden ne de mürettebattakilerden biridir.
Katman katman ilerleyen Kanaldaki Kadın akıcılıktan taviz vermeden keyifle okunan bir kitap. Elli yıldan uzun bir süre önce kaleme alındığı düşünülürse, zamanının ötesinde bir eser olduğu aşikâr. Sadece suça değil, katilin doğasına ve psikolojisine de odaklanıyor. Martin Beck ise işinin haricinde özel hayatıyla da kitapta yer alıyor ve bu çok boyutlu karakter inşası metne değer katıyor. Yeni bir seriye başlamak isteyenler için tamı tamına on tane kitabıyla polisiye tutkunlarını bekliyor

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.