Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Çok kimlikli adam: Valfierno



Toplam oy: 740
Martin Caparros // Çev. Yaşmak Pusat Keskin
Nail Kitabevi
Bir insanı tanımlayan en temel ögelerden biri ismiyse, sürekli ad değiştiren Valfierno aslında kimdir?

Size dünyaca ünlü Mona Lisa’nın o kadar da sakin bir geçmişi olmadığını söylesem? Bu nadide tablo yakın geçmişte büyük bir badire atlattı. Birtakım kişiler tarafından uzun süredir evi olan Louvre Müzesi’nden kaçırıldı! Takvimler 21 Ağustos 1911’i gösterirken Louvre Müzesi’nin bir çalışanı olan Vincenzo Peruggia, Mona Lisa’yı paltosunun altına sakladı ve sanki her şey yolundaymışçasına müzeden çıktı. Fakat bu büyük soygunun ardındaki asıl beyin Vincenzo değildi, o sadece bu koca oyun içindeki minik bir piyondu. Bütün bu tezgahın ardında gizemliden de öte şaibeli bir adam vardı: Valfierno.

 

Martin Caparros imzasıyla ve Nail Kitabevi etiketiyle çıkan Valfierno, Mona Lisa’nın bu akıllarda yer eden kayboluş öyküsünün ardındaki beyne, Eduardo de Valfierno’ya odaklanıyor. Eduardo de Valfierno hafife alınacak bir kişi değil, hatta tam bir hilebaz. Kendisini Marki olarak tanıtan bu adam esasen profesyonel bir hırsızdan başkası değil. Martin Caparros da işlediği bu suçun bütün çılgınca ayrıntılarını deşifre etmeden duramayan Valfierno’ya mikrofon uzatıyor. Valfierno da planını tüm ayrıntılarıyla anlatmaya epey hevesli; tıpkı takdir edilmeyi bekleyen tüm zeki suçlular gibi... Ki bu da dünya yüzündeki en büyük ikilemlerden biri olsa gerek; zekanızın meyvesi olan ustalık eserinizi size zarar vermemesi için sonsuza kadar saklamak mecburiyetinde olmak! Ama suçunuz bir kere ifşa olduktan yaptıklarınızdan bahsetmenin tadına doyum olmaz şüphesiz. Evet, itirafın tadı da bir başkadır.

 

İnsan düşünmeden duramıyor, ya şu an Louvre’da sergilenen Mona Lisa sahteyse?

 

 

Fakat bu, basit bir soygun hikayesi değil; Valfierno kimlikten kimliğe geçişleriyle bir fenomene dönüşürken, hikayeyi de farklılaştırıyor. Bollino, Juan Maria ya da Enrique Bonaglia…Tüm bunlar Valfierno’nun isimlerinden başka bir şey değil. Kimi zaman bir manastırda kendisinden şüphe duyan, kimi zaman politik bir hareketin içinde, kimi zaman bir genelevin muhasebesinde… Peki bir insanı tanımlayan en temel ögelerden biri ismiyse, sürekli ad değiştiren Valfierno aslında kimdir? Esasında o bir “hiç kimse”... Asıl kimliğini Valfierno’da bulan kimlik göçmeni bir adam bu. Belki bu yüzden de bu isim altında parlıyor. Ve Mona Lisa soygunu da onun ustalık eseri desek yanlış olmaz. Zira bu öylesine sofistike bir plan ki, Valfierno Mona Lisa’yı çalmakla kalmıyor, birçok alıcıyı da bu eşsiz eseri satın aldıklarına ikna ediyor. 

 

Tüm bu olan biten içinde yazar ise kendisini bu geveze hırsızın dili olarak konumlandırmış. Gazetecilik geçmişi de olan Martin Caparros ikiye ayırdığı zaman akışı içerisinde biçim olarak röportajı kullanmış. Gerek bu röportaj formatı, gerekse yazarın sözünü sakınmayan sansürsüz anlatımı neticesinde ortaya bir nevi hiperrealist bir roman çıktığını söylemek mümkün. Adeta bir anti-kahraman olan Valfierno da, Caparros’un kaleminde ete kemiğe bürünüyor. Olanca kusuruyla önümüze serilen Valfierno bundan rahatsızlık duymak şöyle dursun, adeta kusurlarından mutluluk duyuyor. Sanki sistemin içinde bir kara delik gibi o, bütün etik değerleri içine çekiyor! 

 

Martin Caparros’un romanı kendisini hemen ele veren bir hikaye değil. Her ne kadar akıcı bir dili olsa da kurgunun içinde yönünüzü yitirmek istemiyorsanız dikkatinizi vererek okumanız gerekiyor. Yaşmak Pusat’ın çevirisi de Caparros’un diline Türkçede hak ettiği karşılığı kazandırmış doğrusu. Uzun lafın kısası macera dolu bir kitap arayanlar için Valfierno doğru seçim! Fakat insan düşünmeden de duramıyor, ya şu an Louvre’da sergilenen Mona Lisa sahteyse?

 

 

 


 

 

* Görsel: http://murciano.deviantart.com/art/MONA-LISA-NEW-POP-315642491

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.