Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dakika ve spor için bağlanıyoruz



Toplam oy: 107
Dakika yetmiş iki. Kut dayının gözleri ilk kez bana takılıyor! Göz göze geliyoruz. Kulağı spikerde olduğu için gözleri hafızasız. Gözlerime boş boş bakıyor. Heyecanı gözleri yerine kulaklarında. Sürdüremiyor bakışını. Ama biliyorum, yenilirsek her şeyi hatırlayacak ve ödetecek bana. Şu Selvi’yle olan namus işimizden bahsediyorum. Pilleri bile ödetecek hatta. Ama ne olursa olsun radyodan kopamam.

Ellerim başımın altında, tandırın yanındaki peykede, yatak yorgan yığınına yaslanmış uzanıyorum. Ninemin büyük duvar taşlarının aralarına sokup askı yaptığı çengellerde süzme yoğurt torbalarını, bakliyat, mısır ve kete çuvallarını, süt makinasının yıkanıp kurumaya bırakılmış çanaklarını, ilk kez görüyormuş gibi gözden geçiriyorum. Yayla mevsimi boyunca, yapacak bir şeyim olmadığında başvurduğum oyalanma yollarından biri bu. Dibinde ancak bir yumruk büyüklüğünde yoğurt kalmış torba, büyük çividen yere kadar asılmış. Onu mesela Kut Süleyman dayının suratına benzetiyorum. Bunu düşününce içimden kıkır kıkır gülüyorum. Kendimi topluyorum. Kambur Hamdi de böyle böyle delirdi derler. Kendi kendine gülmeye başlamış eski bir zamanda. Ninem anlatır. Sonra hep gülmeye başlamış. Küçük bir panikle kendime geliyorum. Sinekler vızıldayıp daireler çiziyor etrafında askıların. Onların titrek, vızıltılı dairelerini izliyorum. Gözlerim yorulup usanıyor. Sonra duvarın üstünden tepeye doğru yükselmiş hartama çatının açıklığına dalıyorum. Biçimsiz, yamuk tahtalardan bir çemberin koruduğu masmavi gök yaması. Tam orada, güneşli havalarda bile eksik olmayan rüzgar, hafif bir ıslıkla mırıldanıp dolanıyor. Çatıdaki açıklık tandırın tam üstüne denk geliyor. Güneşin huzmesi bacadan mızrak gibi aşağıya, tandırın içine iniyor. Huzmenin içi toz, küçük sinek ve titreşen zerreciklerle dolu. Işığın içindeki her şey uykudaymış gibi biteviye salınıyor. Uzun uzun bakınca insanın zihni yatışıyor. Uzaklardan tek tük köpek sesleri, insan, inek, keçi sesleri geliyor. Bir kuyunun içinden geliyormuş gibi. Öğle sonrasının uyurgezer tembelliği her şeye sinmiş. Bunalıyorum.

Olanlardan haberi yok ninemin. Daha doğrusu bizim ot mereği yangınıyla Selvi, dolayısıyla Kut Süleyman dayı arasındaki bağı bilmiyor. Kapıda komşumuz Fadime nineyle konuştuklarını yattığım yerden duyuyorum. Kut’un karısı Sakine nineden ilaç almaya gittiğini söylüyor. Yüreğim ağzıma geliyor. Ama olan olmuş. Dışarıdan oflaya poflaya yükleniyor kapıya. Emektar tahta yığını sızlaya bağıra açılıveriyor. Eve saldıran gün ışığı köşe bucağı dolduruyor. Özel bir sesi, dahası müziği var bu kapının. Onda da ninemin yağmuru önceden bilen, geleceği gören romatizmalarından var sanki.
Sesleri aynı. Ama bir farkla. Bıçak gibi ağrı, ninemi belinden kavrayıp yere indiriyor ikide bir. Kapının öyle bir derdi mi var? Kapı işin yalnız eğlencesinde bir eyyamcı. Neyse. Zihnimi sayıklamaktan kurtarmalı ve çekip çıkarmalıyım böyle şeylerden. Gelip oflaya puflaya önüme çöküyor. Sakine nineden aldığı ilacı kuşağının arasından çıkarıyor. Başımın ağrısına ve ateşime iyi gelecek. Yolda Kambur’a uğrayıp bir muska yazdırmayı da ihmal etmemiş. Söylene söylene, ama nihayet umutlu, omuzlarımdan alelacele tutup kaldırıyor beni.
Tahta peykenin üstünde doğrulup oturuyorum. O saat işe koyuluyor. Gece bir beze sararak başıma bağladığı mısır lapası sargısını dikkatlice çözüyor. Kurumuş kalıbı dışarı, tavuklara atıyor. Bir bardak suyla dönüyor. Fısır fısır okumayı ve üflemeyi kesmeden, naylonun içinden çıkardığı hapın yarısını kırıp bardağa bırakıyor. Sonra muskayı küçük parçalara ayırıp onu da bardağın içine atıyor. Karıştırıyor. Ara ara okumayı kesip söylenmeyi ihmal etmiyor. Yediğim kızıl mantara, gelintırnağı zannedip kemirdiğim ağulu kendir köklerine, hepsinin yetiştiği dağlara, bitip büyüdükleri toprağa verip veriştiriyor. Kökleri kurusun. İçimden gülüyorum. Ninemin, beni azılı bir suçludan -namus suçu!- sıradan bir hastaya dönüştüren dalgınlığına minnet doluyum. Uydurduğum bütün o hayali kuzukulağı köklerine, dağlardaki masum kendir köklerinin tamamına ve zehirli kızıl mantara borçlanıyorum. Manevi olarak. Gülemiyorum -ama minnet doluyum. Sonunda hazır ediyor ilacımı. Üç dikişte. Besmeleyle. Ninemin şüpheli ilacı boğazımı yakıyor biraz. Umurumda mı? Bana hasta masumiyeti kazandıracak sonuçta bu ilaç. İncecik sızı ipliğinin mideme doğru indiğini keyifle hissediyorum. Başımı nihayet kaldırıp bakıyorum. İki kete yarısını andıran dişsiz ağzı şefkatle aralanmış gülümsüyor ninemin. Gözlerinin içi merak ve sevinç dolu bir parıltıyla yanıyor. Başımı sallıyorum. İyiyim. Beni kendine çekip başımı önlüğüne bastırırken -ekşi şefkat hamuru- biteviye fokurduyor. Mır mır mır, mur mur mur. Benim eşşek oğlum. Haylaz oğlum. “Kurdun enuği!” Benim uslanmaz kafir oğlum. Yalvarıyorum ama vazgeçmiyor. İçini tekrar mısır lapasıyla doldurduğu yeni bandajı yine başıma sarıp arkadan dikkatlice düğümlüyor. İçeride, ambarda meleyip duran topal keçiyi o saat sağıyor. Ağzı yine kulaklarında, maşrapayı burnuma dayıyor. İçersem çıkmama izin verecek. Dikliyorum. Üç dört nefeste bitiyor. Üstümü giyip değneğimi elime alıyorum ve caminin oraya doğru yollanıyorum.
Güneş gözlerimi çıkaracak. Günlerdir yattığım yerden yalnız seslerini duyduğum günü nihayet dışarıda görmenin sersemliğiyle, yalpalaya yalpalaya ilerliyorum. Kara sineklerin cirit attığı gübre deposu ahırların önlerinden geçiyorum. Gün ortası olmasına rağmen el ayak çekilmiş. Yaylayı tuhaf bir sessizlik sarmalamış. Maç günü. Camiyi uzaktan görünce içim ferahlıyor biraz. Aniden patlayan şamata, heyecan, yere iğne atsan duyulacak suskunluk, sonra yine bağırtılar, birbirini izliyor. Caminin gölge tarafında, duvarın dibine çöreklenmiş kalabalık. Bir şeker lekesine yapışmış karınca karaltısı gibi kımıl kımıl. Çoluk çocuk, dağda nahırı bırakıp gelmiş çobanlar, yaşlılar, Kut’un radyosunun başında, heyecandan, sevinçten ve öfkeden sarhoş, dünyanın geri kalanını unutmuş, hayali bir nesneyle boğuşup duruyorlar. İyice yaklaşınca radyodaki sesleri duymaya başlıyorum. Dolu yağarken hartama çatımız nasıl gümbürderse, radyodan gelen ses de öyle. Bu sesi ara sıra spikerin sesi bölüyor. Avni Aker Stadı’ndan dakika ve skor veriyor spiker. Takım yenilirse para toplanacak, yaylanın ilerisindeki sırta doğru yollanacak kafile. Sırtın üstünde tek ü tenha, bakkal demeye bin şahit ister, bizim köhnemiş Kıbrıs Bakkaliyesi’nden pil alınacak radyoya. Kut dayının bir çeşit kurumsallaşmış kaprisi ödenecek. Çaresiz ödenecek. Yoksa gelecek hafta radyoyu çıkarmaz meydana. Anlaşma böyle. Ya yenersek? Ya yenersek mi -o zaman Kut’un galibiyetteki belli belirsiz payı büyütüyor ahali. Kut böylece hafta boyunca keyfini çıkarıyor bu hizmetin. Sanki onun radyosu olmasa bu işi başaramazmışız gibilerden. Yani vergi olarak yetiyor ona bu. Garip ama alışkınız. Neyse. Küçük derenin üstündeki tahtalardan geçip caminin düzlüğüne tam varacağım sıra, birden yepyeni bir gürültü sökün ediyor radyodan. Radyonun başında halka olmuş cemaat sus pus. Ses sağanağının içinden spikerin heyecandan boğulan sesi zorlukla duyuluyor. Hakem Sadık Deda penaltı noktasını gösteriyor! Dakika... Spikerin sesi dolu sağanağının içine batıp kayboluyor, yeniden çıkıyor... Dakika... Gidiyor... Geri geliyor yeniden spiker... -vet sayın dinleyiciler... Bahattin topun üzerine geliyor -vuruyor ve... Dolu sağanağı patlıyor yeniden. İnfilak eden coşku milleti siperdeki gibi önce havaya savuruyor. Birbiri üstüne yatıp yuvarlananlar, değneğini duvarda kıranlar, fırlayıp ören yerine doğru koşanlar, birbiri üstüne atlayanlar. O arada birkaç şarjör dolusu mermi boşalıyor havaya. O hengamede, Kut dayıya fark ettirmeden aralarına sızıp çömeliyorum.
Dakika yetmiş iki. Kut dayının gözleri ilk kez bana takılıyor! Göz göze geliyoruz. Kulağı spikerde olduğu için gözleri hafızasız. Gözlerime boş boş bakıyor. Heyecanı gözleri yerine kulaklarında olduğu için sürdüremiyor. Ama biliyorum, yenilirsek her şeyi hatırlayacak ve ödetecek bana. Şu Selvi’yle olan namus işimizden bahsediyorum. Pilleri bile ödetecektir hatta. Ama ne olursa olsun radyodan kopamam. İçimden dua ediyorum. “Güngör sol kanattan... Turgay.. Turgay veriyor pasını... Küçük Şenol... Topu götürüyor, götürüyor, götürüyor, İskender’i görüyor, İskender’den Cemil’e bir pas, Cemil’den tekrar İskender’e, İskender bir çalım, bir çalım daha, ceza sahasına... Şuuuut ve kaleci Eser’de kalıyor top!” Kut dayının tanımayan gözleri yine uzanıyor bana. Bir yerlerden çıkardı çıkaracak. Hiç kımıldamadan, içimden kıkırdıyorum. Dolu başlıyor yeniden. Kut dayı üzgün. Ama yine de belirli bir keyif jestiyle Avropa görmüş tabakasına -bakmadan- uzanıyor eli. Parmakları az ötedeki tabakayı aranıp buluyor sonunda. Gözlerini radyodan almadan, ezbere açıp ince bir kağıt çekiyor desteden. Büyükçe bir tutam tütünü içinde dikkatlice eziyor. Gözleri hâlâ radyoya çakılı, elini tabakaya silkeliyor. Sigarayı ağzına götürüp dilinin ucunu ek yerinden titizlikle geçiriyor birkaç kez. Ağzındaki çöpü yana tükürüp çakmağını keyifle çakıyor. Uzun bir nefes. Burun deliklerinde uzun duman olukları akıyor, akıyor. Tabakayı yine bakmadan meşin çantasının içine kaydırıyor. Kolları tekrar kucağına aldığı odun bacağına dayanmış, bütün yük kendi omuzlarındaymış gibi düşünceli, izmaritin söndüğünden bile habersiz, maçın kaderi üzerine eğiliyor yeniden.
Şimdi yeniden, dakika ve skor için Avni Aker’e bağlanıyoruz sayın dinleyiciler... Ses sel olup akıyor sanki. Radyonun muşamba kaplamasının delikleri zangırdıyor. Spikerin sesi yine ara ara, boğuk boğuk geliyor. ...-ledi ama yeterli olmadı... Fatih orada... müdahalesi... Millet radyonun üstüne devrildi devrilecek! Gözler pörtlemiş, nefesler tutulmuş, eller yumruk olmuş havada bekliyor... İskender... topu düzgün bir vuruşla kalenin uzak köşesine... Eser’in de müdahalesi yeterli olmuyor ve... yetmiş altıncı dakikaya girerken... durumu iki sıfıra getiren golü... Saniyeler süren ölümcül muğlaklık, zihinsel berraklık krizine sıçrayıp yanardağ gibi patlıyor. Ortalık dağılıyor birden. Millet birbiri üstüne yığılıyor. Boş bulunup kenefte oturur gibi durmuş yaşlı çobanlardan biri -Kara Hamza dayı- o hengamede nalları dikiyor. Lastiği ayağından fesi başından fırlıyor. Bağırış çağırış ören yerindeki köpeklere sıçrıyor. Kadınlar birer birer ahırların önüne çıkıp ellerini gözlerinde siper ediyorlar, bu kaynaşmanın neyin nesi olduğunu anlamak için. Yonca koruğunun içindeki atlar bile kişnemeye başlıyor. Radyodaki coşkun tezahürat hışırtısı dakikalarca devam ediyor. Muşamba delikler zangırdıyor, titriyor. Böyle anlarda bir şey harcamak adettir ya; Dumanların Gavur Ali tabancasına davranıyor. Derenin kenarındaki musluğun maşrapasına nişan alıyor. Maşrapa parça parça oluyor. Herkesin dikkatinin toplandığı böyle bir şenliğe bigane kalır mı; Kut da davranıyor yeni silahına. Onu görenler yana açılıyor. Camiden başka bir maşrapa alınıyor, konuyor aynı yere. Herkesin heyecanı bir anda yön değiştirmiş, alışkın olduğu gerçek yatağını bulmuş gibi sakinleşiyorlar. Kut topallaya topallaya tümseğin üstüne kadar gidiyor. Aynı yere. İddialaşılıyor. Millet keyiften dört köşe, vuramazsa üç maç bedavaya gelecek. Pil mil yok. Tamam diyor Kut, heyecanın iplerini yeniden eline geçirmekten memnun. Sol gözünü yumuyor. Gıcır Ondörtlüyü kılıftan keyifle, ağır ağır, tadını çıkara çıkara sıyırıyor. “Evlatlık” diyor ona Kut. Gerçek evladı, eski “Barabenlisi” gitti gideli, evlatlık. Herkes sus pus. Tek tük laf atılıyor. Oralı değil Kut. Odaklanıyor. Kahverengi beyaz baklava desenli eski fesini omuzlarının arasına gömüyor iyice. Vuramazsa ben de yandım. Çıt çıkmıyor. Tetikteki işaret parmağını hafifçe geri çekiyor. Maşrapa kımıldanıyor. Kut zaferle yutkunuyor. Rahat bir nefes alıyorum ben de. Bu kez de mahsustan hayıflanma homurtuları. Çünkü iki sıfır. Hiçbir sözde yenilgi bu gerçeği yenemez. Ağzı kulaklarında dönüp sıçraya sıçraya gelip oturuyor Kut. Diğerleri de peşinden. Yeniden kümeleniyoruz radyonun başında.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.