Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Dandik" deneyimlerin peşinde



Toplam oy: 1092
Andre Aciman // Çev. Ziya Celayiroğlu
Yapı Kredi Yayınları
Harvard Meydanı, ABD'de yabancı olmak, uyum-uyumsuzluk ve ikili ilişkiler gibi izlekler üzerinden yürüyor.

Proust Projesi'ni saymazsak André Aciman için duyguların yazarı diyebiliriz rahatlıkla. Türkçede yayımlanan Sekiz Beyaz Gece ve Adınla Çağır Beni, buna iki güzel örnek. Aşklar, tutkular, duyarlılıklar ve gözleme dayanan anlatım, Aciman'ın belirleyici özellikleri. 

 

Proust Projesi ise ünlü yazarın okurda ve ona meraklı isimlerde bıraktığı etkilerin kaleme alındığı ilginç bir araştırma veya soruşturma kitabı. Kısacası Aciman, insanın duygu durumlarına eğilmeyi seven, fark etmeyi bıraktığımız zamanlarda, gözümüzün önünde duranları bize göstermeyi başaran bir yazar. 

 

Aciman'ın Türkçeye Ziya Celayiroğlu tarafından çevrilen Harvard Meydanı ise ABD'de yabancı olmak, uyum-uyumsuzluk ve ikili ilişkiler gibi izlekler üzerinden yürüyor. 

 

Biri kurnaz öbürü dürüst iki adam

 

 

Aciman'ın kahramanı genç adam, Harvard'a, hatta ABD'ye uyum sağlamada zorlanan, dört yıl boyunca kitaplara gömülen ve kendisini sarıp sarmalayan duvarlara küfür eden biri. Gösterişten, dalkavukluktan ve sahte kibarlıklarla yükselmeyi kafasına koyan akademisyen adaylarından deyim yerindeyse tiksinen bir tip. Tabii bu düşüncelerle çevriliyken ABD'nin dandik ve aşırı gösterişli, daha doğrusu “mış gibi” yaşamına da laf çakmaktan geri durmuyor. Belki de ancak ABD'de bulunan ama oralı olmayan biri o belirlemeleri bu kadar kolay yapabilir. İşte tam o anlarda genç kahramanımız, Tunuslu Kalaş'la tanışınca ABD eleştirisinde yeni bir aşamaya da geçmiş oluyor. Mısır kökenli genç kahramanımızla Tunuslu Kalaş, adeta sohbetin “dibine vururken” en ciddi konuları bile zaman zaman alaycı bir üslupla “tartışıyor.” Takıldıkları Kafe Algiers'te, yaşantılarını geri döndürmeye uğraşırken Kuzey Afrika'da bıraktıkları parçalarını bulmaya çalışıyor gibiler. Durumu biraz farklı olan Kalaş'ın derdi yeni dünyaya kabul edilmek. Taze Harvard mezunununki ise bir an evvel o diyardan tüymek. 

 

Kafe Algiers'teki tartışma konularının başında 17. yüzyıl edebiyatı da geliyor. Durum hayli yüksek entelektüel seviyelerde anlayacağınız. Harvard Meydanı'na bakan mekanda, biri kurnaz öbürü dürüst iki adam, medeniyetin altını üstüne getiriyor. 

 

Aciman, romanda birbirini öğrenmeye çabalayan bir Arap ve bir Yahudi gencini buluştururken eskiyle yeni kişiliklerin çatışmasını da getirip önümüze koyuyor. İkili kimi zaman akademisyenleri, kimi zaman çay içen genç bir kızı kimi zaman da kendilerini didikliyor: “Bizimle ilgili her şey geçici ve eğretiydi, sanki tarih, üzerimizde yaptığı deneyleri bitirmemiş ve bir sonraki adımın ne olacağına karar veremiyordu. Ama bir fark vardı: Kalaş deneyi yönetendi, ben üzerinde deney yapılan. O, sahte ilaç verendi, bense gerçeğini içen. O, yeni ilacın neden işe yaramadığını anlayamazken, ben etkilerine birebir tanık oluyordum. İkimiz de bir yere ait değildik ama o hâlâ göçebeydi, benimse ayakta durabileceğim bir toprağım vardı. Benim yeşil kartım vardı, onun sürücü belgesi.” 

 

Ritüeller ülkesi ABD'de

 

Yeşil kartlı Harvard mezunu gencimiz, tanıştığı ve muhabbeti ilerlettiği Kalaş'tan hiçbir okulda alamayacağı birtakım bilgiler öğreniyor. Kalaş adeta bir hayat üniversitesi. Uyumsuzluğu, onun en büyük yol göstericisi. Bu sayede ayağını bastığı toprakların, her türlü eğlencesini ya da kitapta bolca geçen “dandikliğini” rahatça kavrayabiliyor. Bir bakıma, göçebelikten gelen “kaybedeceğim bir şey yok” anlayışı onu cesaretlendiriyor. 

 

Harvard'lı gencimizle Kalaş'ın konuşmaları, yüzeysel gibi görünen ama epey derinde seyreden insan çözümlemelerine dayanıyor. Bu, bazen dünyayı aşağılamayla bazen de olayları görme ve adlandırmayla birleşiyor. Her ikisi de Kafe Algiers'te oturduğu süre içinde dünyayı, olmasını istedikleri biçimde yeniden şekillendiriyor. Elbette çoğu zaman başarısızlıkla yüzleşiyorlar. 

 

Fark ettikleri bir şey daha var: “Belki de bizi bir arada tutan şey düşsel bir Fransa'ya olan sevgimiz bile değil aslında. O yalnızca işin kılıfıydı, bir yanılsamaydı. Bizi bir arada tutan, her ikimizin de sıradan insanlarla birlikte, herhangi bir yerde, sıradan yaşantılar sürdürme konusundaki müthiş beceriksizliğimizdi.” Harvard'lı genç dostumuz, bunların üstüne bir de kayıtsızlığı ve uyuşukluğu da ekleyince neredeyse bütün parçalar tamamlanıyor. 

 

İkilinin ABD'de ayırdına vardığı bir başka gerçek, dünyanın ikiyüzlü insanlarla dolu olduğu. Oturdukları kafedeki kişiler, onlara ders veren profesörler, okul ve iş arkadaşları, sokaktakiler hatta bazen hiç beklemedikleri şekilde kendileri bile bahsi geçen ikiyüzlülüğün girdabına kapılıyor. 

 

Peki, ikili iyi arkadaş mıydı? Bilemiyoruz. Ama şurası gerçek ki büyük farklılıklarından daha büyük paylaşımları var. Kabul etseler de etmeseler de sığınağa dönüşen ABD, her ikisine de pek çok insanla konuşamadıkları gerçekleri dillendirme imkanı veriyor. Özellikle Harvard Meydanı, o gerçeklerin konuşulduğu anlara tanıklık eden tarihi bir mekan. 

 

Aciman, ritüeller ülkesi ABD'de, onların dışına taşmaya uğraşan iki adamı (kendi deneyimlerini de işin içine katarak hatta başka biriymiş gibi anlatarak) romanlaştırıyor. Harvard Meydanı, Kalaş'ın da dediği gibi “tecrübelerin boşa akıp gitmediğini, mutlaka işe yarayacağını” gösteriyor. Fakat öbür taraftan, o deneyimlerin aslında ne kadar dandik olabileceğini de hatırlatıyor.

 

 


 

 

* Görsel: Harvard Meydanı, 1925

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.