Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Endişenin ve kız kardeşliğin romanı



Toplam oy: 706
Shirley Jackson // Çev. Berrak Göçer
Siren Yayınları
Romanı, gotik edebiyatın dile ve anlatıma nasıl ustalıkla yansıtıldığına dikkat kesilerek ve bir kız kardeşlik tiradı olarak okumanızı öneririm.

Shirley Jakcson, gotik edebiyatın en önemli kalemleri arasında. Günümüzde hâlâ en çok okunan yazarlardan olan Neil Gaiman, Stephen King ve Joyce Carol Oates; Shirley Jackson’a, ilham aldıkları yazarlar listesinin üst sıralarında yer veriyorlar.

 

Jackson’ın Türkçedeki ilk kitabı Tepedeki Ev, 2011 yılında Siren Yayınları tarafından yayımlandı. Geçtiğimiz ay, yine aynı yayınevinden Berrak Göçer’in özenli çevirisiyle Biz Hep Şatoda Yaşadık isimli romanı yayımlandı. Romanı, gotik edebiyatın dile ve anlatıma nasıl ustalıkla yansıtıldığına dikkat kesilerek ve bir kız kardeşlik tiradı olarak okumanızı öneririm.

 

Blackwood ailesinin beklenmeyen ve şaibeli ölümleri, Constance ve Merricat’in yaşadığı küçük Amerikan kasabasında büyük yankı uyandırıyor, Blackwood ailesinin yaşadığı ev ve geriye kalan üç aile ferdi (Constance, Merricat ve Julian Amca) uğursuz ilan ediliyor. Ancak uğursuz olarak nitelendirilmeleri, kasabalarının ve özellikle de çocukların onları sıklıkla rahatsız etmesine engel oluşturmuyor. İki kız kardeş de diğer insanlara karşı şiddetli bir korku duyuyor, endişeleri sebebiyle kimseyle görüşmeye yanaşmıyorlar. Bu endişeler hem diyaloglara hem de monologlara çarpıcı şekilde yansıtılmış; okur da bu iki kız kardeşle birlikte dış dünyaya karşı büyük bir endişe krizine tutuluyor. Bu arada Shirley Jackson da hayatı boyunca basın ve kalabalıktan uzak duruyor, kitapları ve çalışmaları hakkında dahi röportaj vermeyi reddediyor. Romandaki iki kız kardeşin dış dünya ve diğer insanlara karşı duydukları dehşeti bu denli iyi aktarmasının nedeni, yazarın kendisinin de dünyaya karşı benzer bir dehşet hissetmesi olabilir. 

 

 

 

Ailenin trajik ölümü sonrası, bu üçlünün dışarıyla temasını sağlayan iki olay var: Merricat’in çarşıya gidip ev için yaptığı alışverişler ve Constance’ın kabul ettiği iki misafir. Tüm bu endişe ve anti-sosyal hayat içerisinde kendi dengelerini tutturmuş olan kardeşlerin hayatı, kuzenleri Charles’ın gelişiyle ikinci defa sarsılıyor. Jackson, Charles karakterini öylesine ustalıkla yazmış ki okur, Charles’ın kızların hayatına dahil olduğu bölümleri okurken duygularını kontrol etmekte zorlanabilir.

 

Biz Hep Şatoda Yaşadık, iki ana karakter etrafında şekilleniyor. Merricat, hayal dünyasının derinliklerinde dolaşmayı seven ve zaman zaman gerçek ile hayalleri arasındaki çizgiyi ayırt edemeyen genç bir kadın ve okurun şimdiye kadar karşılaştığı en garip karakterler arasında yerini almayı hak ediyor. Constance, Merricat’in ablası; hem yaşanan skandalın hem ev işlerinin hem de Merricat’ın sorumluluğunu tek başına üstlenmiş, yorgun bir kadın. Kitap, anlatacaklarını okurla katman katman paylaşıyor, sırlar kitabın sonrasına doğru anlaşılıyor. Jackson’ın dilindeki akıcılık ve kitaptaki sürükleyicilik, hikayenin kendisinden de besleniyor ancak bu akıcılığı sağlayanlar karakterler, diyaloglar ve kendini ilk anda açığa vurmayan sırlar diyebiliriz.

 

Jackson, roman boyunca okuru ters köşelerle şaşırtıyor: romanın bir bölümünde Constance ve Merricat’in insanlarla temasının artacağına dair bir beklenti oluşturuyor ancak romanın sonunda iki kardeşin gün ışığının bile eve sızamadığı, yalıtılmış bir hayata başladığını öğrenip şaşırıyoruz.

 

Amerikan gotik edebiyatının ustalarından Shirley Jackson’ın kaleme aldığı kısa hikayelerini ve diğer romanlarını Türkçede görmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.