Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

ERMENİ TABUSU ÜZERİNE DİYALOG



Toplam oy: 1361
Ahmet İnsel, Michel Marian
İletişim Yayınevi

Siz hiç diaspora Ermenisi gördünüz mü? Adını duyduğumuzda pek çoğumuzun zihninde bir  düşman imgesi  şekilleniyor.   Batı devletlerinde kapılanmış, sabah ve akşam hiç durmadan Türkiye’nin kötülüğünü isteyen ve bütün mesaisini ülkemize iftiralar atmak için harcayan bir çıbanbaşı. Ermeni tehciri üzerinden yüz yıla yakın, ASALA eylemleri ile alevlenen soykırım tartışmalarının üzerinden ise otuz yıldan fazla zaman geçmesine rağmen çoğumuz onun yüzünü bile görmedik. Bir kavganın içindeyiz ama her yer karanlık. Ne garip ki kime yumruk savurduğumuzu bile göremiyoruz.

Düşman kavramını kavganın tarafları için böyle soyut bir hale getirerek, onu adeta yeryüzünden kopartıp başka bir düzleme çekmek, kavganın sürmesinden yana olanlar için bulunmaz bir nimettir. Çünkü zihinlerde, içi boşalmış ancak kendisi var olan bir kavramın içerisine yazılabileceklerin sonu yoktur.  Somut bir düşmanın başını, sonunu, fikrini, zikrini anlamak mümkünken  muğlak bir düşman kendisine atfedilecek tüm fenalıkları içine alacak kadar genişleyebilir. O yüzden dünyada,bitmeden sürüp giden tüm  kronik kavgaların içinde tarafların birbirleri için artık tamamen tanınmaz olduğu bu korkunç sis bulutunu fark edersiniz.  Başına gelen tüm belaların müsebbibi olmanın yükünü kolaylıkla yükleyebildiği yarı hayali düşmanları ile hiç durmadan çatışan insanlar, asıl meseleleri göremedikleri bir yanılsamanın içinde didişir dururlar. İçlerinde bu durumu fark edenler kavganın bir yerlerinde durup geriye doğru bakacak olsalar, karşılarına kocaman bir duvar çıkar.  Bu duvar asıl meselenin ardına gizlendiği tabularla örülmüştür. Çünkü soyutlanmış düşmanlar ile arap saçına dönen her sorun mutlaka kendisini tabular ile emniyete alır.    

O halde sorunları çözmek için atılacak ilk adım düşman kavramını somut hale getirmek olacaktır. Tabuların duvarlarına tırmanıp ardındaki ile yüz yüze gelmeden hiçbir sorun çözülemez.  Bunun en temel yolu ise diyalogdur. Yüz yüze gelmek ve karşındakinin meramını anlamaya gayret etmek ile sorunun çözüleceği garanti olmasa da en azından çözüm için denenecek ilk yol bu olmalıdır. Çünkü ithilafta iki taraf arasında heveslerin, taleplerin ve hakkın tanımını yapmak ancak meseleleri yerli yerine oturtmakla mümkündür.

Tabuların yakıcılığına rağmen bir diyalog girişimi olarak düşünebileceğimiz bu kitap, taraflarının artık başını sonunu kaybettiği, at izinin it izine karıştığı bir kadim sorun üzerine bu kabilden bir adımı atmak gayreti ile oluşturulmuş.   Kitapta 1915 olaylarını soykırım olarak niteleyen ve dahası bunun tüm dünyada kabul görmesi için uğraş veren bir diaspora Ermenisi olan Michel Marian ile, yaşanan büyük acının hakkını teslim eden ancak buna soykırım demeyi doğru bulmayan bir Türk aydını olan Ahmet İnsel bu çetrefilli sorunu karşılıklı konuşmaktalar. Bir masanın etrafında oturttuğu iki aydının bu konu üzerine zaman zaman taban tabana zıt fikirlerini derleyip toparlayarak kitap haline getiren ise gazeteci Ariane Bonzon.  Kitap hem Fransızca hem de Türkçe olarak yayınlanmış.

Metnin, sorunun genişliğine nazaran çok kısa olması, yer yer katılımcıların subjektif hikayeleri üzerinde fazla durulması  gibi eksik yönlerine rağmen, bu kitap metodu ve fikri ile önemsenmeyi hak ediyor. Bu çalışmayı kimin haklı olduğunu ortaya çıkaracak bir final müsabakası olarak düşünmeden, sadece soyut bir imge halinde zihnimizde yaşattığımız ‘Ermeni’ kavramını tecessüm ettirmek için okumanızı öneriyorum.  Ben okurken Marian’a dokunmaya, onu anlamaya gayret ettim. Ne kadarını başardım bilemiyorum. Ama bu daha bir başlangıç öyle değil mi?  Umarım İletişim Yayınları bu tür diyalog kitaplarını bir seri olarak devam ettirir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.