Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Gerilim unsuru zayıf bir gerilim romanı



Toplam oy: 1033
Cüneyt Ülsever
Doğan Kitap

Cüneyt Ülsever, gazete yazarlığının yanı sıra farklı tür ve konularda kalem oynatan bir yazar. Kendini liberal olarak tanımlıyor. Doktora sahibi olduğu insan kaynakları alanından, 'Yeni Osmanlıcılık ve Kürt Açılımı'na, Türkiye aydınının kadim sorusu 'Ne olacak bu memleketin hali?'nden, Turgut Özal'ın ölümünü konu aldığı 'Topal Devrimci Cinayeti'ne ve de polisiyeye kadar geniş bir yelpazede at koşturuyor. Doğan Kitap'tan 'polisiye/gerilim' kategorisinde sınıflandırılarak çıkan son kitabı ise Azrail Aynası.

 

Ülsever, roman çalışmalarında kolay okunan çok satar kulvarını kendisine hedef almış bir yazar. Kitabın kapak yazısında "Romanlarında okurlarıyla akıl oyunları oynamayı seviyor" deniyor.  Romana geçmeden önceyse, yazar, verdiği bir ipucu ile bir ikiz hikâyesi okuyacağımızı fısıldıyor: "İnsan tek yumurta ikizine baktığında aynaya baktığını sanır. Bir müddet sonra ayna mı gerçek, yoksa kardeşi mi, birbirine karışır."

 

Roman, Ayşe Meriç adında genç bir bankacı kadının, 2 Aralık 2010 perşembe günü, gündelik yaşamının ve hayat hikâyesinin anlatılması ile başlıyor. Ayşe ve ailesi hakkında (Samsun'lu annesi ve babasının kişilikleri, eğitim hayatı, babası ile yaptığı telefon görüşmesi gibi) o kadar çok detay  öğreniyoruz ki, ister istemez onun romanımızın kalıcı kişilerinden birisi olacağını düşünmeye başlıyoruz. Ancak tek başına yaşayan, daha sonra tanıyacağımız başka genç kadınlara göre daha muhafazakar, dolayısıyla bakire olan, karşı cinsle yeni bir ilişkinin eşiğinde olan Ayşe'nin Azrail'i saat 22:04'te Kuzguncuk'taki mütevazi bodrum katının kapısında beliriveriyor.

 

Uzun süredir Ayşe'yi takip ettiğini anladığımız "ince uzun boylu, lacivert balıkçı yaka kazak, pantolon ve lacivert Rockport spor ayakkabı ile yine lacivert, kapitone, fermuarlı yelek giymiş bir adam belirdi. Elinde lacivert Nike beyzbol şapkası vardı. Kazağının boyunluğuna bir güneş gözlüğü iliştirmişti. Açık kumral tenli, kafasının ortası tamamen kel, ancak kafasının yanlarını çevreleyen saçları kül renginde, ela gözlü, gözlerinde yuvarlak tel gözlükler.."  (s. 24) Bir üniforma gibi sürekli bu kılıkta dolaşan bu ilginç adam, Ayşe ile ilgili çok şey bildiği için ona önce apartmanın sonra da dairesinin kapısını açtırmakta zorlanmaz. Sıradan bir katil değil, bir uzman gibidir. Özel donanımı ile gelmiştir: eldivenleri, ameliyat maskesi, birinci sınıf çelikten değişik kalınlıkta her biri yaklaşık yirmi santim uzunluğunda altı bıçağı, neşterleri... Bu hali ile ameliyata girecek bir doktor gibidir. Ayşe'nin soyunmasını, sonra da kendisi ona hiç dokunmadan, erkeklik organı ile oynatarak kendisini tahrik etmesini ister. Ancak seks konusunda çok deneyimsiz olan Ayşe, bunu beceremez, bu duruma çok sinirlenen adam üzerine kan sıçratmamaya özen göstererek önce boğazını keser, öldüğünden emin olduktan sonra da cesede bakarak kendisini tatmin eder.  İz bırakmamak için prezervatif kullanmayı da ihmal etmez. Son işlem olarak "Ayşe'nin kanlı cinsel organını, bir cerrah titizliğinde, klitorisi de kapsayacak şekilde; klitoral başlıktan başlayıp küçük ve büyük labiyayı da içine alarak perineye kadar" keser. "Uterusa hiç dokunmamıştı. Zaten istese de ulaşamazdı. Sanki hastasına vajenektomi uyguluyordu. Kolpektomi de denebilirdi. Uretral ve vajinal ağızlar da kesilen kısımda kaldı. Neşteri kanırtarak ön ve arka fornixlere dokunmadan rahim boyuna kadar girdi ve vajinayı vücuttan tamamen çıkardı, eline aldı. "Kötüyü iyiden ayırdım!" (s.34)

 

Bu cinayetin ardından devreye arkadaşları arasında "üçlü çete" olarak anılan üç başkomiser girecektir. Cinayeti soruşturmak ve çözmekle görevlendirilen ekibin önündeki en büyük engel ortada hiçbir iz olmamasıdır. Bu cinayetin bir kopyası 6 ay önce Göngören'de işlenmiştir. Kurbanlar arasında fiziki benzerlikleri dışında herhangi bir ortak bağ yoktur. Bu iki cinayetin zanlıları tek bir kişi midir, bu kişi bir "seri katil" midir, cinayetlere devam edecek midir? Başkomiserlerden Harun, Adli Tıp'tan bir arkadaşının yardımı ile bazı kriminoloji dergilerine, o dergilerden de uzun yıllar Amerika'da yaşamış, ama artık İstanbul'da çalışan, seri katiller konusunda uzman olduğu anlaşılan Psikiyatr Muzaffer Sağlam ismine ulaşır. Böylece bir başka önemli kişi olan Muzaffer Sağlam ve ailesi hakkında detaylara vakıf olma zamanımız gelir. Kütahya'nın zengin eşrafından Abdürrahim Sağlam'in ikiz torunlarından birisidir Muzaffer. Her iki dedesini, psikopat babasını, Malkara'dan gelin gelen "holivut artizi" kadar güzel ama boş kafalı annesi Hürrem'i, ikiz kardeşini, onları lise çağlarında annesi ile birlikte New York'ta yaşamaya götüren aile içi trajediyi, kısaca tüm ailesini bütün özellikleri ile tanırız; daha da ötesi, romanın yarısı bu ailenin hikâyesi diyebiliriz. Böylece romanın temel direkleri oluşmuş olur: Kurbanlar (önce Ayşe, sonra Ayşe'nin tam zıddı olarak barlardan erkek kaldıran, erkekler gibi tek gecelik ilişkileri hedef alan genç kadın tipolojisinin temsilcisi olarak betimlenen Merve), polis ekibi, onların yardım aldığı psikiyatr Muzaffer, ailesi ve özellikle de ikiz kardeşi Zafer.

 

Azrail Aynası, bir polisiye denemesi olarak kabul edilse de gerilim kategorisine girip girmeyeceği tartışmalı bir roman. Ülsever, romanın önemli bir bölümünde geriye dönüşlerle karakterlerin geçmişlerine ışık tutuyor. Özellikle Sağlam ailesinin hikâyesi geniş bir yer kaplıyor. Bu durum ortada pek gerilim bırakmıyor.  Tırmanma parkuru olarak tanımlanan bir parkurun, kısa bir tırmanıştan sonra uzun ve düz bir platodan ve en sonunda yine kısa dik bir inişten ibaret olması gibi, büyük bölümü sakince geçen bir roman bu. Baştan sonra gerilerek sayfaları uçarcasına çevirmek, kitap yüzünden uykusundan olmak, elinden bırakamamak; yani gerilimin o özel heyecanını yaşamak isteyenleri çok tatmin edeceğini zannetmiyorum. Arka kapakta yer alan "Azrail Aynası İstanbul'da her gece ama her gece can alır!" ibaresi, potansiyel okuyucuyu yanlış yönlendirebilir. Anlatı bir cinayetle başlıyor, ama sonra açılan parantez uzunca bir süre kapanmıyor, finale doğru ikinci bir cinayetle, cinayetler faslı kapanıyor. Bu arada Doktor'dan yardım isteyen polis ekibinin, doktorla görüşmelerinden seri katil psikolojisi konusunda detaylı bilgiler ediniyoruz.

 

 

Maddi bir hata mı?

 

Kitabı tekrar tekrar karıştırmama rağmen çözemediğim bir problem var: Ülsever, okuyucuları ile sevdiği akıl oyunlarından birisini oynamış ve benim kalın kafam anlamamış olabilir, mümkündür. Diğer olasılık ise yazarımızın bir maddi hata yapmış olması. Eğer öyle ise, böyle bir romanın kaldıramayacağı bir hata, yayınevlerinin editoryal çalışmalarının yetersizliğine bir örnek olur...

 

Romanımızın ilk cümlesi şu: "2 Aralık 2010 Perşembe günü hava çoktan kararmıştı. Ayşe Meriç saatine baktı. 17:48'i gösteriyordu." (s.11) Bundan sonra da birçok kere, tarih ve zamanın bu kesinlikte verildiğine tanık olacağız. Mesela "21 Mayıs 2011 Cumartesi sabahı Psikiyatr Muzaffer Sağlam..." (s. 197) ve "25 Haziran 2011 Cumartesi sabahı saat 09.20 sularında..." (s. 248).

 

Cinayetlerin doğrusal bir zaman ekseninde ilerlediğini düşünmek zorundayız. Olay aktıkça, roman ilerledikçe tarih de ilerliyor. 2 Aralık 2010'dan başlayıp ileri doğru gidiyor. Fakat romanın sonunda "22 Temmuz 2010 Cuma sabahı saat 02:58 sularında İstanbul'da bir evin kapısı" (297) yavaşça açılır. Katil keyif içinde soyunur, aletlerini temizler.

 

Bir sayfa önce, yine aynı tarihte, (romandaki zaman sıralaması ile gerçekleşen) son cinayet olan Merve Deliormanlı cinayetinin gerçekleştiğini öğrendiğimize göre, bir akıl oyunundan değil, bariz bir hatadan şüphelenmek durumundayız. Bu tür romanlarda olmaması gereken bir küçük hata.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.