Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kadınlar hayal ürünü sayılamaz



Toplam oy: 1262
Lydia Millet
Kolektif Kitap
Yazıda sıralamaya çalıştığım gerekçeleri de atlamazsak açık yüreklilikle son yıllarda okuduğum en başarılı roman demekten çekinmiyorum.

Amerikalı bilimkurgu yazarı Philip K. Dick ‘Bana göre geleceğin dünyası bir yer değil, bir olaydır’ sözüyle gerçekliğin içine ederken meseleyi her ne kadar biraz daraltarak insan ve bulunduğu sınıflar açısından ele alsa da farkında olmadan şunu kanıtlar: Gerçek, karşılaşılan, yapılan ya da tasarlanan, düşünülen veya düşlenen bir şey diye tanımlanamaz; gerçek, o an olan bir şeydir.

 

O an olan şey: Kişi bulunduğu noktada olanı gerçek sanmakta haklıdır. Gerçeğin yoruma açıklığı da tehlikeli ve çekici yanını ortaya koyar böylelikle. Üstelik, gerçek karşısındaki beyin, sağlıklı yahut hastalıklı ise algılar da ister istemez değişiklik gösterecektir. Anlaşılan o ki, yeryüzündeki insan sayısı kadar ‘tek’ gerçek vardır. Mutabık kalacağımız, kalmak zorunluluğu taşıdığımız gerçekler zeminsiz, işlevsizdir ne yazık ki. Yere düşüp kırılan bardak gerçeği, bazılarına göre sadece silisyumun eski haline dönme hevesi olarak da okunabilmelidir. Buna kimse delirmek diyemez.

 

Elinizde yeterli miktarda anı, tarih ve travma varsa gerçekle pek ilginiz olmaz. Kişisellikten kasıt, tam da budur aslında. Kişiselin kişi ile kurduğu yakın temas, psikanalizde yaklaşık olarak süper ego ile ilkel benlik arasındaki mesafede gerçekleşir. İlkel benliğin özgürlüğü, özgürlük talebi dayatılmış dengelerin altüst olmasına, bozulmasına yol açarken zıvanadan çıkma ihtimali, yani kimilerince delirme şansı yüksektir de açıkçası. Her bünye bu kadar basıncı taşıyamayabilir. Gerçekliğin kaybedilmesi elbette başka bir şeyin kazanımı diye de adlandırılacaktır. Zaten dikkatimizi vermemiz gereken saptama, bir önceki önermedir. 

 

‘Deliren’ ne kazanmıştır? Normalin ötelenmesi, ‘deli’ nezdinde öze yakınlaşma, evrimi ret biçiminde değerlendirilirse, o zaman akıl hastalıklarının sil baştan tanımını gerektirmeyecek midir? O zaman evrim dışındaki tüm canlılar deli midir? Evrimle ilişkilendirilmeyen maddeler kimyasız mıdır? 

 

Bunları bir yana koyarsak, herhangi bir insanı delirtmek disiplinli bir çalışma ile mümkün müdür? Delirmeye müsait olmak, delirmekten başka çıkar yolu bulunmayanın yalnızlaştırılması ile mi açıklanabilir? Oysa kimi otoriteler, delirmeyi bir kaçış olarak da dayatacaklardır. Güçsüzlük, tahammülsüzlük, uyumsuzluk gibi safsata tanımlamalarla pasifleştirdikleri bireyleri baştan listeleyecekler ve tasnifledikleri bu canlılar üzerindeki iktidarlarını sürdüreceklerdir. Zaten dikkatimizi vermemiz gereken diğer saptama, bir sonraki önermedir. 

 

Oysa gezegen devletlere, ideolojilere, tanrıya ait değildir. Gezegen, onda olana aittir. Doğa sözcüğünden doğal sözcüğünü türeterek kendince kendini aklayan çoğunluk, doğanın vahşetini örtbas ederken bahşedildiğini öne sürdüğü ahlakla hareket ederek benzemezlerle  mücadelesinin bedelini ağır ödemektedir. Psikolojinin alt metni psikiyatri bile bile bunları es geçer. Çünkü psikoloji ‘normal’ davranışlar tanımıyla aklanmıştır. Doğrusu şudur: Psikiyatri, canlının gerçekler karşısındaki algı ve zihin bütünlüğüdür; kişiye bağlı değişikler gösterir. Kurallara aşırı bağlılık göstererek fuzuli bir uyum gösterme eğilimi, bu sapma ise psikoloji biliminin ilgi alanıdır. Mesele bu kadar basit. 

 

Peki, bunca lafın sıradan insandaki izdüşümünü umutsuzluk, çaresizlik, kabullenme, kadercilikle örtbas etmemiz, geçiştirmemiz onur kırıcı değil mi? Ya delirmek, mutluluk için bir kapı aralarsa?

 

Asıl mecrası gazete ve dergi yazarlığı olan Amerikalı Lydia Millet, 2003 yılında ülkesinde kurgu ödülü de kazanan romanı Benim Mutlu Hayatım’da sarsıcı bir trajediyi, öksüz bir genç kızın ömrü içinde sürüklenişini, yaşadıklarını farklı bir gerçeklik/delilik perspektifinden dillendirişini anlatırken yukarıdaki hiçbir soruya yanıt aramıyor, yanıt vermiyor. Kaskatı bir acımasızlığın, yok eden bir dünyanın kadın bedeninde ve ruhundaki suç mahalli.      

 

Kahramanımız, olup bitenlerin masalında hep iyi huylu bir tümörü yokluyor. Okura ise işkencelerden, aşağılanmalardan, tecavüzlerden arta kalmaya çalışan bu kadına, büyük bir kabusa eşlik etmek düşüyor. Tecride ve tamamen terke kadar uzanan bu vahşi yolculukta yazarın üslubu, kullandığı teknik, çevirmen Berrak Göçer’in usta kalemi sizi derinleştirecek. Yazıda sıralamaya çalıştığım gerekçeleri de atlamazsak açık yüreklilikle son yıllarda okuduğum en başarılı roman demekten çekinmiyorum. Bugün ilk işiniz bu kitaba ve böylelikle kendi gerçeğinize ulaşmak olmalı. 

 

* Görsel: Andres Guzman

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.