Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kanıksamışken, şaşırmak...



Toplam oy: 1127
Bekir Yıldız
Everest Yayınları

Bekir Yıldız, töre cinayetlerini, Almanya’daki Türkler’i, göçmen çaresizliğini anlattığı Beyaz Türkü’de, kırsal kökenli yoksul insanların yaşadığı çıkmazlara odaklanmış. Karakterlerinin önemli bir kısmını Kürt kökenli, Güneydoğulu insanlardan seçen Yıldız, onların ait oldukları yaşam ve kültürden kaynaklı trajik yaşamlarına dokunmuş. Kara Çarşaflı Gelin, Celp, Akyavuz, Tahir Usta, Hamuş, Beyaz Türkü, Maria Otuz İki Yaşında, Hayl Hitler, Barutçu Maho, Tek Kanat, Kefene Sarılı Mavzer  adlı öykülerden oluşan kitapta, her bir öykü, karakterlerinin cahil bırakılmışlığı sonucu travmayla sonlanan olaylarıyla çerçevelenmiş.


Anlattığı yaşam ve yerlerin içinden gelen Bekir Yıldız, doğduğu yer Urfa ve yöresiyle ilgili öykülerinin yer aldığı Reşo Ağa’yla, tanındığında, Güneydoğu Anadolu insanının yaşamının resmini de gösteriyordu. Yazılarında, töre, gelenekler, sorunsallaşmış ağa-köylü ilişkisi, kaçakçılık, kan davası konuları öne çıkaran Yıldız, anlattığı insan ve yaşamlara, Almanya’daki Türklerin yeni tanıştıkları toplumla uyumsuzluğu ve bunun neden olduğu iç çatışmaları da ekledi. Öykü ve romanlarının tümünde, karakterlerinin iç dünyasıyla birlikte, travmatik değişim sürecinin neden olduğu olayları temel alan yazar, kırsal kökenli insanların trajedilerine odaklandı.


Beyaz Türkü’de yer alan öyküler ise, Yıldız’ın tüm eserlerindeki ana izleğin de bir anlatımı aynı zamanda. Böylelikle, kitaptaki öyküler de, asıl etkisini içinde bulunduğumuz yüzyıl ve üm teknolojik gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda sağlıyor. Zaten yazar da özellikle bu çelişkiye dikkat çekiyor. Anlatılan insanlarla, mevcut dışsal olanaklar arasındaki binlerce kilometrelik mesafe, öykülerin temasını oluşturuyor. Sadece bu kadar değil tabii, tümüyle kırsal, feodal yaşama özgü, geçmişte kaldığı sanılan töre cinayetlerinin bugün artan hızla devam etmesi; yine aynı şekilde bir zamanlar Almanya’ya yapılan işçi göçü furyası, her bir hikayenin içine yerleşerek orada daha bir boyutlanıyor. Her ne kadar, bugün kitlesel işçi göçünden bahsedemesek de, Almanya’ya işçi olarak ilk göç edenlerin yaşadıklarının zemini üzerinde şekillenen üçüncü-dördüncü kuşak bireylerinin bugüne ait yaşam çıkmazlarının ardında yatan gerçekle ilgili de ayrıca düşündürüyor.

Az bilinir dünya...

İkinci bir anlatıcının gözüyle takip ettiğimiz öykülerde yazar, parçalanmış benlik yapılarını anlatmış asıl olarak.  Modern yaşama uyum sağlamada, yeterli olanak ve araçlara sahip olmayan insanların, söz konusu yaşamdan nasıl soyutlanıp, yabancılaştıkları ise hikayelerin temasını besleyen ana unsurlar olarak beliriyor kitapta. Sertliklerinin ardında çocukluktan çıkamamış benlik yapılarıyla dikkat çeken karakterler, aynı zamanda olayların kahramanları olarak da dokunaklı, iç acıtıcı bir görünüm sergiliyorlar.


“Çocuk, duvarlara baktı. Duvarların ötesindeki karları düşündü gene. Bir an önce, gökten yağan beyaz, temiz suyun altında yürümek, koşmak istiyordu. Hele, kardeşine de ayakkabı alınırsa… Onunla birlik iki yeni ayakkabıyla, karı konuşturmak… Ellerini tezleştirdi. Rapid’i de temizleyince işin sonunu almış olacaktı. Tahir Usta, kutuları tahtadan bir arkalığa üçer beşer dizmeye başladı… Köyden kente geldiğinde hasta olmuştu kardeşi. İnce yorganın altında günlerce yatmış, arada sırada kaldırdığı yorganın bir ucundan dünyayı görmüştü. Ama bu, az bilinir bir dünyaydı. Tifonun, hummanın ya da başka bir hastalığın oluşturduğu üçgen, dörtgen, çokgenlerin üst üste, yan yana geldiği bir azalmanın çoklaşmasıydı. Kimi kez, iç içe durmadan derinleşen, genişleyen kuyular da görürdü. İçine düşer, hiçbir şeye çarpmadan boşlukta saatlerce, yıllarca dolaşırdı. Yorganı açtıklarında bir gün, kardeşini daha bir azalmış gördü Tahir. Sırtına yüklemişlerdi onu. Kardeşini taşırken eğri büğrü yollarda, doktor kapısı ararlarken dar sokaklarda, iki bacağın sallandığını, ayakkabısız ayakların yerlerde süründüğünü söylemişti kimileri.”
Benlikleri parçalanmış, çocuk kalmış insanların var olma çabası olarak da görebileceğimiz hikayeler, asıl vurucu noktasını söz konusu çabada görünür kılıyor. Sergilenen çabanın önünün, iktidarı temsil eden kurum ya da kişiler tarafından kesilmesine okuyucusunu tanık eden yazar, resmi tersine çevirerek, ezilen insanların kendi aralarındaki kavgayı, çatışmayı göstermeyi de ihmal etmiyor. Tabii, yoksul ve çaresizlerin birbirlerinin üstüne basma gayretinin ardında yatan çözümsüzlüğü de.

Zamanın yok edemediği gerçekler...

Göçmen işçilerin yaşadıkları kültür şokunu, ülkenin doğusunda yaşayan insanların diğer şoklarıyla bir araya getiren Yıldız, toplumsal bir sorunsal olan töre cinayetlerini de aynı bağlamdan, yani; benliğine ve kimliğine yabancılaş(tırıl)ma içinden bakmış.


“Şahap’ın düşünceleri, az sonra görünecek kentte şimdiden ulaşmıştı ama. Karısının yattığı hastanenin önüne vardığı, bir ağacın, bir duvarın dibine sindiği bile oluyordu. Karısı hastanenin merdivenlerini iniyor, sağına soluna bakınıyor, kocasını arıyordu. Sanki, kopup yanına gelecekmiş gibi, sarılıp geçmiş olsun diyecekmiş gibi… Oysa kocasını göremiyor, iki eliyle bastırdığı ameliyatlı karnında, hala gelip geçen ağrılarla duruyordu boynu bükük. Sonra, köyüne doğru bakıyor bir tanış arıyordu, sararmış yüzünde yoğunlaşmış gözleriyle. Birkaç adım, belki daha fazla adım atıyor, karnına saplanan bıçaklarla birlikte umudunu kestiği güneşi, toprağı, göğü yeniden görmenin sevincini yaşıyordu belli belirsiz. Ama Şahap’ın aklına bu sıra ahdı geliyor, karısından önce havayı kurşunlayacak oluyor birkaç el. Hastanedekiler üşüşüyorlar pencereye, üşüşüyorlar da. Sarı doktoru arıyor. Görüyor işte. Bağırıyor. ‘Halımızı anlamamışsan. Seni toktor edip salanlar da anlamamıştır.’ Başını sallıyor Şahap, ‘Hökümatın göğüne ataş edemem ben’ diyor. Avradımı vurmalıyım. Bu Allahın kulu sarı toktor, öldürüyüm diye mi eyi ettin bu avradı? Meramın beni mahpusa attırmak mıydı? Ecelin önünü kestin, eyidir hoştur emme, benim obam, senin şeherinin orta yerinde değil ki, lekelenmeye niyet tutulmuş avradı, öpüp öpüp de başıma koyam…”


Yaşadığımız topraklara özgü insan trajedilerinin görünür kılındığı öykülerde anlatılan olaylar ise oldukça tanıdık. Bunu da, kanıksamanın duyarsızlaştırıcı etkisini kırarak, halen varlığını sürdürmekte olan öteki yaşamlarla ilgili hassasiyeti canlı kıldığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla da, içi boşaltılmış tanım ve saptamalarla eskilerde kalmış algısı yaratan olgu ve süreçlerin olay örgüsüyle bütünleştirilmesi etkili olmuş. Diğer bir yandan da, hesabı yapılmamış, çözümsel yollarının yapıtaşları oluşturulmamış toplumsal yaşam şartlarını, zamanın kendiliğinden yok edemeyeceğine dair düşünceyi de beslediğini söyleyebiliriz.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.