Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kayısılardan mürekkep bir hikaye



Toplam oy: 1115
Rebecca Solnit
Encore
Uzaktaki Yakın bir roman değil, bir anı kitabı değil, bir ucu İzlanda'ya uzanan bir seyahat kitabı değil, varoluş ve insanın doğayla olan ilişkisi hakkında uzun felsefi bir deneme de değil. Hepsinden beklediklerimizi içinde aynı anda barındıran zengin bir metin.

Birisi –ya da herhangi bir şey– çat diye karşına çıkıp sana "Senin hikayen ne?" diye sorsaydı nereden başlardın anlatmaya? Biraz zaman mı isterdin; aklını taramak, duyması ilginç olanla anlatmaya değmeyecek olanı tasnif etmek için önce? Çöplerini ayıklamak, kalanı parlatmak için kolları mı sıvardın hemen? Ya da içindeki sansürcü ortaya çıkıp susturur muydu seni ve sen onun sözünü dinleyip hikayeni kendine mi saklardın? Yoksa ta en baştan mı başlardın anlatmaya iç denizine balıklama atlayıp, kocaman bir iştahla? Mutlu mu olurdu anlattığın hikaye? Ya da karşındakinin gözlerini dolduracak anılardan mı ibaret olurdu seni sen yapan şeyler? Onun aklında iz bırakmak ister miydin? Yoksa birinin aklında iz bırakma telaşına dahi düşmeden sel olup akar mıydı için? "Hikâye insandan insana giden yoldur," diye okumuştum bir yerde. Ya da belki ben demiştim bu sözü; insanlığın kolektif bilincinden derleyip de kendime mal etmiştim. Günün sonunda hikayelere dair en gerçek tespit olduğunu düşünüyorum bu cümlenin: Hikayelerin bu gezegende kendi biricik dünyasında yaşayan birbirinden bağımsız ve yer yer uzak gibi görünen milyarlarca insanı, yani bizi birbirimize bağlayan görünmez ipler olduğuna inanıyorum.

 

Bir kitap geçti elime. Ben bunları düşünürken, gökten inen bir yardım paketi gibi kondu kucağıma. (Kitapların zamanlamaları hep kusursuz, sanki tepemizde dolaşıp yeryüzündeki okurlarını arıyorlar. Sahneye girmek için hep doğru zamanı kolluyorlar.) İlk kez okuduğum bir yazara aitti bu kitap: Rebecca Solnit. Adı ise Yakındaki Uzak. Açar açmaz kapağını, dakika bir gol bir, karşımda bir soru: Senin hikayen ne? İlk görüşte aşk varsa, tam olarak böyle bir şey. Tanıdıkça daha çok sevdik birbirimizi. Bitirip kenara koyduğumda büyülenmiştim. Uzun zamandır elime aldığım en konuşkan kitap, Yakındaki Uzak. Sohbeti derin ve bir o kadar da anlamlı. Abartmaz isem, son zamanlarda okuduğum en iyi şey.

 

"Hikayesiz olmak, arktik tundralara veya buz denizine kadar her yöne uzanan dünyanın enginliğinde kaybolmaktır," diye başlıyor söze Solnit ve bir yazar için belki de en zor olanı yapmaya girişiyor; kendi hikayesini anlatıyor. (Her yazarın aslında dönüp dolaşıp içten içe hep kendi hikayesini anlattığı fikrini şimdilik bir kenarda tutuyorum.) Ama bunu yaparken düz bir çizgide ilerlemiyor, hayatında olan biteni anlatırken arada durup onu cezbeden tali yollara sapıyor ve hayatı sorguluyor; empati, hafıza, ölüm gibi dilimize pelesenk olmuş ama sanki asıl anlamını bir şekilde hep ıskaladığımız kavramlar üzerine düşünüyor ve düşündürtüyor. Gerçek yaşam öyküsünün içinde yol alırken, sık sık içini yokluyor, geriye dönüyor, hatırlıyor, adeta geçmişi yeniden düzenliyor ve bu arada bir sürü durağa uğruyor. Frankenstein'ın yaratıcısı Mary Shelley'den Che Guevera'ya, Buda'dan Pamuk Prenses'e, Şehrazat'tan Sindrella'ya kadar hikayesinin içine kusursuz bir şekilde yedirdiği bir sürü yeni kapılar açıyor. Uzaktaki Yakın bir roman değil, bir anı kitabı değil, bir ucu İzlanda'ya uzanan bir seyahat kitabı değil, varoluş ve insanın doğayla olan ilişkisi hakkında uzun felsefi bir deneme de değil. Galiba hepsinden beklediklerimizi içinde aynı anda barındıran, okuduktan sonra uzun süre okurun aklında yankılanacak, ona bilhassa kendiyle ilgili tonla soru sordurtacak, onu dünyanın sesini kısıp biraz kendi içine dönmeye teşvik edecek çok katmanlı, zengin bir metin.

 

Bir anneden kızına kalan her şey

 

 

Elli kilo kayısıyla başlıyor Solnit'in hikayesi: "Bazen anahtar kilitten çok önce gelir. Bazen hikaye insanın kucağına düşüverir. Bir defasında benim kucağıma da elli kilo kayısı döküldü. Üç büyük sandıkta gelmişlerdi, birbirlerinin ağırlıkları altında ezilmesinler, bitişik durup çürümesinler diye, yatak odamın tahta döşemesine bir çarşaf serip yaydım onları. Birkaç gün kaldılar öylece, anlatılacak bir hikaye, çözülecek bir bulmaca, kaldırılacak hasat vardı…"

 

Solnit'in Alzheimer hastası olan ve bakım evinde kalan annesinin artık oturmadığı evinin bahçesindeki kayısı ağacının son mahsulü bu kayısılar. Evin satışını üstlenen erkek kardeşinin toplayıp ona getirdiği bir miras. Üç kasa kayısı, yatak odasını ele geçiren bir meyve yığını olmanın ötesinde, bir anneden kızına kalan her şeyi de temsil ediyor. Ve Solnit'in hayatına girdikleri andan itibaren onun içinde ne zamandır bekleyen bir hikayenin kapağını kaldırıp onu serbest bırakıyor. Solnit'in en başından annesini merkeze koyarak anlattığı kendi hikayesi, her şeyi yan yana getirmesi için bir katalizör görevi gören elli kilo kayısının hikayesiyle kol kola ilerliyor. Meyveler çürümeden bir an evvel onlarla nasıl baş edeceğini bulmaya çalışan, sıfıra yaklaşan bir annenin kızı Solnit'in çaresizliği ile kendi hikayesine uzaktan bakıp onu nasıl anlatacağını bulmaya çalışan yazar Solnit'in çaresizliği örtüşüyor. Annesinden ona kalan kayısıları tasnif ettikçe, ona yine annesinden kalan hatıralarını, hayatını ve beraberindeki duygularını da tasnif ediyor.

 

Kitapta gerçek hayatla masallar arasında güçlü köprüler kuran Solnit, evdeki meyvenin onu yeniden masal okumaya teşvik ettiğini söylüyor: Masallarda kahramanın hep devasa yığınlarla, yani başarılması olanaksız işlerle baş etmek zorunda olduğunu hatırlatıyor ve kayısıların "parçalanan, sayfaları eriyip çözülen bir kitaba" benzettiği annesiyle olan ilişkisini sorgulamaya ve hikayesini anlatmaya teşvik ettiğinden bahsediyor: "Kolay bozulan kayısının bolluğu bana verilmiş böyle bir görevdi işte, ama aynı zamanda doğuştan sahip olduğum hakkımdı, çocukluğumdan beri bana neredeyse hiçbir şey vermemiş olan annemden kalma masalsı bir mirastı. Aile ağacından toplanan son hasattı bu meyve yığını, peri masallarındaki esrarengiz, bulmacalı armağanlar gibiydi: sihirli bir tohum, bilinmeyen bir kapının anahtarı, büyülü bir söz gibi. Kavanozlara doldurma, konserve yapma, komposto yapma, dondurma, yeme ve damıtma, kayısıların neden olduğu işlerden sadece çok az bir kısmıydı. Çözmem gereken bir bulmacaydılar aynı zamanda, neredeyse her şeyin kötüye gittiği sonraki on iki ay boyunca anlamını keşfetmem gereken bir masaldılar."

 

Solnit'in kayısılarla başlayan iç hesaplaşması kayısılarla son buluyor. Yıllar sonra o yazdan kalma iki kavanoz kayısıya bakarken hissettikleri hikayenin neredeyse özünü oluşturuyor: "Önümde duran şu iki kavanoz, yazılı hikayelere benziyor; yokolup gidecek bir şeyi muhafaza ediyorlar. Bazı hikayeler kendi haline bırakılır, ama yazıya dökme süreci, tıpkı kayısıların şurup içinde saklanması gibi, hikayenin ayrıntılarını sabitleştirir ve hikaye artık yazarına değil okurlarına ait olmuştur. Dışarıda bırakılanlar ise hep dışarıda kalacaktır."

 

Hikayemizi anlatarak iyileşiyoruz. Ve başkalarının anlattığı hikayeleri dinleyerek –okuyarak– besleniyor, parçası olduğumuz, her şeyi kapsayan varoluşla bütünleşiyoruz. Okurun kulağına en derinde bunu fısıldayan Yakındaki Uzak hakkında sabaha kadar konuşabilirim. Son sözüm şu olacak: Bu kitabı okuyun. Lütfen. 

 


 

* Görsel: Yavuz Girgin

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.