Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kendi Gecemiz



Toplam oy: 1116
Erdal Öz
Can Yayınları

Adam karısının şaşkın bakışları altında evin sandık odası ile küçük tuvaletinin arasındaki duvarı yıkarak bir hücre oluşturur. Yatağıyla, lavabosuz musluğu ile, valizindeki bir kaç parça eşyasıyla, kazıdığı kafasıyla o artık hücredeki mahkumdur. Dört yıl önce çıkmıştır hapisten, karısının gözünden anlatılan öyküde şu ana kadar da her şey yolunda gitmiştir, kısa bir süre sonra tatile gitmek üzere planlar yapan ‘normal’ bir ailedirler yine. Ama işte olanlar olmuş, birdenbire adam kendi gecesine dönmüştür. Evin içinde bir hücre inşa etmiş orada yaşamaya başlamıştır. 

 

 

Erdal Öz "Kendi Gecesinde" adını verdiği bu öyküyü ikibinli yılların başında yazmıştı. Öykünün ortaya çıkışında kişisel deneyimlerin olduğunu Defterimde Kuş Sesleri kitabında anlattığı anılarından biliyoruz. Aslında Erdal Öz’ün tutuklanıp hapsedilmesine neden olan olaylar Kafkaesk bir kara komedi olarak ele alınabilir. Daha önce de çeşitli yerlerde anlatıldı ama anlatmayı sürdürmekte yarar var. 

 

Yetmiş darbesinden sonra Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını durdurmak için -olabilecek en demokratik eylemlerden birini deneyerek- imza toplayan Erdal Öz, Altan Öymen, Zülfü Livaneli gibi aydınlar hakkında uydurma bir soruşturma açılır. Bu sırada yine idamları protesto etmek ve dünyaya bu haksızlığı duyurmak için Türkiye’de ilk kez bir uçak kaçırılarak Bulgaristan’a indirilir ve ‘hava korsanları’ dertlerini dünya kamuoyuna anlattıktan sonra teslim olurlar. Devlet bu uçak kaçırma olayının arkasındaki "örgütün izini sürer ve adı geçen aydınlara ulaşır". Hikayenin inanılmaz ayrıntılarını olayın kahramanlarından biri olan Zülfü Livaneli anlatıyor: “12 Mart yönetiminin en büyük tutkularından birisi, düşman olarak gördüğü bazı aydın grupları ne pahasına olursa olsun içeri atmaktı. Savcıların görevi ise bu tutuklamalara kılıf bulmak ve birer iddianame uydurmaktı. “Bizim içeri alınışımız, daha önce anlattığım Trabzon yıllarına dayanmaktaydı. O dönem öğretmen okulunda resim öğretmeni olarak çalışan ve edebiyat meraklısı bir genç olarak aramıza giren Mustafa Beşgen, hasta düş gücünü çalıştırarak her gün bir rapor yazmış ve ortada olmayan, hayali bir örgüt yaratmıştı: Titrek Hamsi Hücresi. MİT ve sıkıyönetim de ancak mizah kitaplarında olabilecek bu saçmalığı ciddiye almış ve onca insanı toplayarak Yıldırım Bölge koğuşlarına tıkmıştı. Örgütün niye hamsi ve niye titrek olduğunu hiçbir zaman anlayamadım.” 

 

 

Totaliter düzenlerde her zaman buna benzer trajikomik olaylar yaşanır. Ancak bu olaylar insanların kimi zaman yaşamlarına mal olmakta, kimi zaman da yaşamlarını kökünden değiştirmektedir. Erdal Öz’ün üzerinde nasıl bir etki bıraktığını anlamak için hapisaneden önce yazdıklarıyla sonrakileri karşılaştırmak yeterli olacaktır. Önceleri bireyin toplum karşısındaki psikolojik çıkmazlarına daha fazla yer veren Öz daha sonraları toplumcu gerçekçi bir çizgiyi benimsemiş, siyasal konulara daha fazla yer vermiştir edebiyatında. 

 

 

Korkunç deneyimler yaşamış insanların ruhlarında açılan yaralar aslında ömürleri boyunca onları terk etmez. Zaman zaman belki varlığını unuttururlar ama hep oradadırlar. Anlatmak bazen başa çıkmanın tek yoludur. "Kendi Gecesinde" öyküsünde anlatmanın öneminin altını çizen bölümü alıntılamak istiyorum: 

 

Çok sevdim onu. Çok hoş bir insandı. Onun beni sevdiğini bir türlü anlayamadım. Bir kez olsun 'seviyorum' demedi bana. Diyemedi. Ne kadar istemişimdir, bir kez olsun ağzından bir sevgi sözü çıkmasını. ''Böyleyim işte, beni olduğum gibi kabul et, sevgimi belli edemiyorum,'' demişti bir gün. ''Davranışlarımdan anlamıyor musun?'' demişti. ''Neyi,'' demiştim, ''neyi anlamıyor muyum?'' 'Sevdiğimi, seni sevdiğimi' dedirtebilirim belki diye sormuştum. Gülmüş, bıraz kızarmış, belli ki biraz da kızmıştı.


Hiç unutmam, bir keresinde ona yine bu konuda sitemler etmiştim de, adamcağızın gözleri dolmuş, ne demişti bakayım, ha evet: ''Senin istediğin sevgi değil, senin istediğin sevda sözleri,'' demişti öfkeyle; sonra da, ''Bende sevginin, sevdanın sözleri değil, kendisi var,'' demişti.

 

Kahramanın çok derinlerde sevdalı bir karakter olduğunu, sevdasının sözcüklerden öte anlamlar taşıdığını anlatıyor bu bölüm ama aslında tüm hikayenin de özünü  işaret ediyor. Belli ki adam hapisten çıktıktan sonra orada yaşadıkları hakkında tek kelime konuş(a)mamıştır. Çektiği acıları dile getir(e)memiştir. Daracık, pis bir hücrede insanlığına saygısını yitirmesi için yapılanları anlat(a)mamıştır. Çünkü acıyı da sevdayı da çok derinlerinde yaşayabilen bir karakterdir. Ancak acıyı dile getirememek sevdayı dile dökememekten çok daha vahim sonuçlara yol açar. Adam anlatamadığı için, dile dökemediği için tüm bu süreci canlandırmaktadır. Evini hücreye çevirerek yaşadıklarını en açık biçimde karısına ve onun aracılığıyla dış dünyaya ‘göstermektedir’. 

 

 

Dil insanı uygarlığa bağlayan en önemli unsurdur. Totaliter rejimlerin dili kontrol altına alma çabaları bu yüzden çok işlevseldir. George Orwell 1984 adlı distopyasında iktidarın dili insanların zihinlerini ve toplumsal ilişkileri şekillendirmekte nasıl kullandığını bütün yalınlığıyla anlatır. 1984 kuşkusuz modern edebiyatın kült yapıtlarından biridir ancak bu romanı ülkemizde bu kadar sıklıkla anmamızın nedeni sadece edebiyat merakımızdan kaynaklanmıyor...  Zaman zaman durumumuzu açıklamakta bir örnek olarak kullanıyoruz. 

 

 

Aradan geçen kırk yıl içinde Erdal Öz’e Kendi Gecesinde’yi yazdırtan 12 Mart’ın Gece’si yerini başka gecelere bıraktı. Gece her yerde karanlıktır ama onun karanlığını ifade edebildiğimiz sürece bir umut vardır. Kuşkulu da olsa bir umut. Belki de o yüzden Bilge Karasu’nun Gece’sini yani 12 Mart döneminde yazılıp 12 Eylül sonrası karanlıkta yayımlanan bir başka distopya olan Gece’yi karışık duygularla okuyoruz bugün yeniden:

 

 

Gece yavaş yavaş geliyor. İniyor. Çukur yerlere dolmağa başladı bile. Oraları doldurup ovaya yayılmağa başlar başlamaz, her yer boza dönüşecek. Işıklar yanmayacak bir süre. Ne çukurda ne düzde. Tepelerin aydınlığı, bir süre, yeter gibi görünecek herkese. Sonra tepeler de karanlıkta kalacak.

 

 

Dil bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olacak. Hiçbir ağırlığın, hiçbir gerçekliğin kalmadığı bu yerde. Karanlığın gerçekliğe benzer tek yanı, konuşulabilmesi olacak. İki kişi arasında. İki duvar arasında. 

 

 

Dil karanlığın içinde yaşadığı sürece biz de yazmayı ve varolmayı sürdüreceğiz. Anlamak, anlamlandırmak, hatırlamak ve hatırlatmak için...

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.