Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kendi içine bakan şiirler



Toplam oy: 742
Ömer Aygün
160. Kilometre
Ömer Aygün, ülkemizde pek görülmeyen, belki de hasıraltı edilmiş, bastırılmış bir şiirsel yönelimin peşinden gidiyor.

Ömer Aygün 90’lı yıllardan bu yana şiir çevrelerinde yer alıyor. Felsefe eğitimiyle birlikte çeşitli yayınevlerinde editörlük yapmayı sürdürmüş, yakın bir zaman önce de Stéphane Mallarmé üzerine çok değerli bir kitap hazırlamıştı. İlk şiir kitabı Taş Gün Ömer Aygün’ün felsefecilere özgü mesafeli bakışını, kavramsal düşünme tarzını ve soğukkanlılığını yansıtıyor. 160. Kilometre Yayınları’ndan çıkan kitap şiir çevrelerinde görülen genel eğilimin dışında, kendisine özgü meselelerin peşinden giden, güncelliğe pek yüz sürmeyen, derinlikli bir bakışa sahip şiirlerden oluşuyor.

 

Ömer Aygün bu ilk kitabında kendi dünyasını oluşturmuş bir şair izlenimini veriyor. Kimi şairler büyük meseleleri ele alarak büyük şiirler yazarlar; yani onların şiirleri insanlığın temel, kadim ve henüz çözüme ulaştırılmamış meselelerine eğildiği için kendiliğinden büyük bir şiire yönelirler. Aygün’ün şiiri de, belki felsefeciliğinden olacak, insanlığın büyük meselelerine değinen bir şiir: Zaman, gelip geçicilik, sadakat, dostluk ve yeryüzünde kendisine bir çıkış yolu, bir ikamet yeri arayan insan bu şiirlerin meselesi. Belirtmiş olduğum gibi, şiirimizin son zamanlarda iyice ayyuka çıkan tartışmalı tartışmalarına pek bakmıyor, daha çok kendi iç meseleleri üzerinde odaklanmış, şiirde fetişleştirilen dile pek yaklaşmayan, aksine dili mümkün olduğunca sadeleştirmeye, hatta olduğu haliyle yalın bir biçimde ele almaya çalışan şiirler bunlar. İmgeyi dil oyunlarında değil sözcüklerin karşılıklı iç ilişkilerinde yakalamaya çalışıyor. Söyleyiş ise hiç de kaotik değil. Sertliği ilişkilerin kendiliğinden doğasında yakalayıp yansıtıyor.

 

 

Özellikle “O Ot” adlı uzun şiirin dokuz ve onuncu bölümlerinde Ömer Aygün şiiri en sarih biçimini buluyor, bu kitabın en güçlü şiirleri kimliğine bürünüyor. Bu şiirler resimsel bir tek boyutluluğu yansıtıyor. Sanki tek boyutlu bir resme bakar gibi oluyoruz, şiir bizi içine almıyor, sadece izlememize olanak sağlıyor. Adeta som; perspektifsiz, hacimsiz görünümler, akmayan sabit bir zaman, okur ile arasına bir mesafe koyan bir şiir bu. Okurun şiire girmesine izin vermeyen kapalı bir söylem, kunt. Bu şiire bir renk vereceksek eğer bu puslu bir aklıktır, tıpkı sabah saatlerinin pusu ya da sıcak mevsimlerin donuk ışığı gibi, dışlayan bir ışık. İmgeler sert, hatta keskin köşeli; sanki Grek alfabesinin girift harfleri gibi... Ayrıca felsefi bir bakışın akılsallığını da barındırıyor bu şiir. Aklın duyarlığı diye bir şeyden söz edebilirsek eğer, bu şiir aklın soğuk ama hassas duyarlığını var kılıyor.

 

Bu şiirler geleneksel şiir biçimine de yakın duruyor. Çünkü biçimsel ve hatta biçemsel bir coşkunluğa kapılmaktansa, şiirin nasıl olup da kendisini en dolaysız biçimde var edeceğini düşünüyor. İşte bu, düşünme: Ömer Aygün şiiri, yer yer yarılsa da, düşünen bir şiir. Şiir bu şiirlerde düşünüyor. Ama dediğim gibi yer yer yarıldığında, bu sadece şiirde değil, aynı zamanda soğuk akılda da yarılma anlamına geliyor.

 

Ömer Aygün, ülkemizde pek görülmeyen, belki de hasıraltı edilmiş, bastırılmış bir şiirsel yönelimin peşinden gidiyor. Daha çok Batı şiirinde görülen bir tavrı üstleniyor.

 

 


 

* Görsel: Emre Karacan

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.