Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kibir bulaşıcıdır



Toplam oy: 1009
Walter Tevis // Çeviren: M. Ali Ağaoğulları
Everest Yayınları
Dünyaya Düşen Adam, kendisini keyfe kaptıran bir İkarus mu, yoksa insanlığın kibrine kapılmış bir uzaylı mı?

Daedalus, elleriyle yaptığı kanatları oğlu İkarus’a taktığında, ona keyfe kapılıp çok yükselerek, güneşe yaklaşmamasını söylememiş miydi? Keyfe kapılırsa güneşin ateşiyle yanacağını... Peki ama güneşe yaklaşmamak mümkün müydü? Uçabildiğini fark ettiği an, ne hissediyordu insan? Daha yukarı, daha da yukarı! Çünkü yapabiliyordu! Çünkü kibre kapılmak hiç de zor değildi. Heyhat, uçabilseydim hele bir, esas o zaman görürdünüz kibri! İnsanların üzerinde olmak... Diğerlerinden üstün olduğunu düşünmek, yere çakılmak için yeterli bir nedendi. 

 

Peki ya Dünyaya Düşen Adam? Kendisini keyfe kaptıran bir İkarus mu o, yoksa insanlığın kibrine kapılmış bir uzaylı mı? İyisi mi baştan bakalım... 

 

Anthealı Newton ya da sıkça okuyacağınız üzere Bay Newton... Kendi gezegeninde azalan doğal kaynakların ve susuzluğun, artık hiç de yavaş olmayan bir hızda gün geçtikçe yok ettiği gezegenini kurtarmak için Dünya’da. İnsanlara benzemek için sıkı eğitim aldı. Yıllarca onların televizyonlarını izledi. Konuşmalarını, oturup kalkışlarını, esprilerini, yazarlarını öğrendi. Üstelik gerçeğin televizyondan öğrendiklerine benzemediğini anlamak için fazla zamana da ihtiyacı yok. 

 

 

Kendi gezegenini kurtarmak için yeryüzündeki tüm vaktini önce para bulmaya harcıyor. Üstün Anthea teknolojisini, her türlü yeniliğe çekinmeden para yatıran insanlara satması zor olmuyor elbette. Televizyon anteni, transistör ve radyasyon ölçme aygıtını da içeren 300’e yakın patenti üzerinize alırsanız, elbette göz önünde biri haline gelirsiniz! Üstelik bunlar olayın vuku bulduğu zamanlar için öyle icatlardır ki, Newton’ın hem çalışanı hem de arkadaşı olan bilim insanı Bryan, bütün bu olanları, “Hepi topu güneş saatini bilen bir Eski Romalı’ya kol saati verilmiş gibiydi,” diye anlatıyor. Görünüşündeki ve hareketlerindeki gariplikler bir yana, onun insanlığını sorgulayabilecek tek insandır aynı zamanda Bryan. Diğerleri, insan gibi davrandığı, insana yakın hareketler sergilediği sürece buna kafayı takmıyorlar çünkü. Hele ki onların işine yarıyorsa... Maddi ya da manevi olarak kullanabildikleri sürece, Marslı falan olması ne fark eder ki? 

 

Amerikan toplumunun yerden yere vurulduğu, 1963 tarihli ciddi bir bilimkurgudan bahsediyorum. “Hareketli, sürekli hareketli ve yıkıp yok edici, gürültülü gevezeliklerle dopdolu bu dünyanın karşısında duyduğu aşırı bıkkınlık, donuk bir sıkıntı, derin bir yorgunluk” yaşıyor, “Demokratik Cumhuriyet” gibi bulanık kavramları öğreniyor Newton. Bir yarısı imandan, diğer yarısı duygularından oluşmuş sallantılı yapılar kuran insanlığa önce şaşıyor bir süre. 

 

İnsanlığın güç, konfor ve düşüncesiz hedonizm üzerine kurulu başka bir boyutunu öğreniyor sonra. İşte, televizyonda görüp de fark edemediği bir nokta... Ve tabii tüm bunları içtiği cinin ona verdiği rahatlık ve belki biraz gevşeklikle düşünüyor. İlk zamanlarda tercih ettiği su ile yulafın yerini cin alıyor bir süre sonra. İnsanlığın yarattığı şaşkınlıkla başa çıkmak için kendince bulduğu bir yöntem belki de bu. Kendince insanları uyarmaya da çalışıyor aslında. Kendi elleriyle uygarlığı yıkacaklarını, ırmakları, kuşları, doğayı zehirleyeceklerini söylemişti. Bu uyarı, başlarda alay konusu yaptığı insan kibrinden nasibini aldığının da göstergesiydi belki; insanlığın bulaşıcı kibrinden... 

 

Son olarak, yıllar olmuş okuyalı ve hatta izleyeli. O yüzden her ne kadar film kapaklarından itinayla kaçan okurlardan olsam da David Bowie’yi kapakta görmenin verdiği heyecanı saklamayacağım.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.