Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kitabımın özgür bırakılmasını istiyorum



Toplam oy: 1403
Vasili Grossman
Can Yayınları

Yaşam ve Yazgı, yazımının üzerinden yarım yüzyıl geçmesine rağmen evrensel düzeydeki güncelliğini koruyor:

 

 

Üzücü olan ise, ilk bakışta olumlanabilecek bu özelliklerini, insanlık tarihinin en kırılgan dönüm noktalarından biri olan  İkinci Dünya Savaşı’na bütünüyle tanıklık etmiş olmasından önce, günümüzde yazılan muhalif mahiyetteki kitaplarla aynı akıbeti paylaşıyor olmasından alıyor:

 

Grossman, Yaşam ve Yazgı’da, Sovyet Rusya’nın bir numarası Stalin’i, rejimi ve devleti eleştiren ifadelere yer verince, KGB kitabın basılmamış nüshalarına el koyar, daktilo şeritlerini bile imha eder.

 

 

 

Ne var ki kitap ilk baskısını, yurtdışına gizlice çıkarılan kopyası sayesinde, ancak Grossman öldükten yıllar sonra yapabilecektir.

 

 

Tüm bunları bir yana bırakırsak, aslında bunca zaman sonra da olsa bu kitabı okuyabiliyor olmamızla Grossman bize bir şey söylüyor: Nasıl bir baskıya ya da sansüre maruz kalırsa kalsın insanı ve her şeyden önce sanatı boyunduruk altına almak mümkün değil. Ve yine bu sayede, siyaset-edebiyat atışmalarının, tutuklanan yazar ve yayıncıların, mahkum edilen ya da –bizzat Yaşam ve Yazgı’nın akıbeti gibi- baskısı yapılmadan toplatılan kitapların yaşandığı bir dönemde, kendi sözlerini, yeniden, hepimizin kulağına fısıldıyor: “Benim hayatımı adadığım kitap hapiste olduğu sürece benim bugünkü halimde, fiziksel özgürlüğümde bir anlam ya da doğruluk yok. Çünkü ben o kitabı yazdım ve onu reddetmedim ve reddetmiyorum. (...) Kitabımın özgür bırakılmasını istiyorum”. 

 

 

 

Annesinin ölümündeki dayanılmaz vicdan azabı

 

 

 

Vasili Grossman, asimile olmuş Yahudi bir ailenin çocuğu, bunun yanında İkinci Dünya Savaşı’na birebir tanıklık etmiş bir gazeteci ve romancı. Bütün bunlar, Yaşam ve Yazgı’yı her anlamda dikkate değer kılıyor.


Savaşın başlı başına felaketi, kendi soydaşlarının ölümü, karşılaştığı pek çok gayri insanî olayın dışında, annesinin de soykırıma maruz kalanlardan biri olması onun en dayanılmaz acısı. Üstelik bu acıyı, yakasını bırakmayan bir vicdan azabı da pekiştirir: İşgal başlamadan önce annesini yanlarına alma teklifini, evde yer olmadığı bahanesiyle karısı reddeder; kısa bir süre sonra Alman ordusunun Ukrayna’yı işgali gerçekleşince, Grossman’ın annesi diğer Yahudilerle birlikte öldürülür. İşte bu olay, başyapıtı olarak gördüğü Yaşam ve Yazgı’yı annesine adayan Grossman’ın içindeki derin bir yara olarak sürekli büyüyecek ve ölümüne kadar varlığını koruyacaktır. Annesinin dokuzuncu ölüm yıldönümünde yazdığı mektupta, ona şöyle der Grossman: “Onlarca, belki yüzlerce kez senin nasıl öldüğünü, ölümle buluşmaya nasıl yürüdüğünü düşündüm. Seni öldüren kişiyi hayal etmeye çalıştım. Seni gören son kişi oydu. O sırada hep beni düşündüğünü biliyorum.”

 

 

Bu itiraflar da onun yüreğini soğutmayacaktır. Romanda, kendisiyle eşleştirdiği Ştrum karakterinin annesi oğluna, Gestapo kampında, ölüm anına kadar yaşadığı her şeyi anlatan bir mektup yazar. Grossman bu yolla, annesinin neler yaşadığı konusunda içini kemiren bilinmezlere bir cevap bulma, acısını hafifletme çabasındadır.

 

 

 

Faşizmin tek düşmanı insanlıktır

 

 

Yaşam ve Yazgı, fertlerini cephede kaybeden, rejimin katı düzeni içerisinde soluk alamaz hale gelen ve mutsuzluk, huzursuzluk içindeki Şapoşnikov ailesinin ve çevresindeki insanların nezdinde, bütün Rusya’nın trajik durumuna tanıklık etmemizi sağlar: Şapoşnikovlar’ın çektiği acılar, ailenin yavaş yavaş dağılma tehlikesiyle karşılaşması, o yılların Rusya’sındaki hemen hemen bütün ailelerin yaşamlarının bir özeti, kurmacaya yansımasıdır.

 

Grossman, cereyan eden savaştaki en büyük suçun faşizmde olduğunu düşünür; ona göre faşizmin gölgesi altındaki Nasyonal Sosyalizm, insan kanından beslenir ve yine tek düşmanı olarak insanlığın kendisini görür: “Faşizmin kesin zafere ulaştığından tamamen emin olduğu gün dünya kanın içinde boğulacaktır. Faşizmin yeryüzünde silahlı düşmanı kalmadığı anda, çocukları, kadınları ve yaşlıları öldüren cellatlar hiçbir sınır tanımayacaklardır. Zaten faşizmin en büyük düşmanı insandır.”

 

 

Grossman, faşizmin bu hastalıklı görüşü yüzünden, elle tutulur bir sebep olmadan girişilen bu savaşta, en büyük zulmün kitleler halinde katledilen Yahudilere yapıldığına inanır; antisemitizmin bir salgın halinde dünyaya yayıldığını düşünür. Öyle ki, zekâsını ve yeteneğini kabul ettiği Dostoyevski’de bile, antisemitizmin izlerini bulur: “... Hatta dâhi Dostoyevski bile Rus müteahhidin, kölelik yanlısının ve fabrikatörün acımasız gözlerini görmesi gereken yerlerde Yahudi tefeciyi görmüştür.”   

 

 

Stalin’in ezici gücü

 

 

Yaşam ve Yazgı, İkinci Dünya Savaşı’nı birçok tarihsel gerçeği gözeterek anlatmasının yanında, Sovyet Rusya’daki düzenin çarpıklıklarına, Stalin rejiminin Bolşevik Devrimi’ne adeta ihanet eden baskıcı tutumuna, çarpık işleyen bürokrasiye kadar pekçok kişi ve kavramı hedef tahtasına yerleştirir.

 

 

Grossman, Hitler kadar –kimi zaman daha sert üslupla- Stalin’i eleştirmesi sayesinde, bir tarafı haklı göstermekle ilgilenmediğini, aksine, insanlığın çıkarlarının peşinde olduğunu kanıtlamaktadır. Birçok satır arasına sinmiş, sert bir Stalin eleştirisi var romanda: “Oysa işin özü ters yönde: Stalin’i Lenin’in ardılı yapan da onun korkunç zalimliğiydi. Sizinkilerin yazmayı pek sevdiği sözlerle, Stalin, bugünün Lenin’idir.”

 

Stalin’in, emperyalist devletlerin ajanları yahut rakibi olan Troçki’nin adamları olarak suçladığı muhalifleri öldürtmesi ya da cezaevlerine atması, romanda birebir canlandırılıyor. Savaşta Rusya için her şeyini feda eden Krimov’un maruz kaldığı asılsız suçlamalar ve hapis hayatı; bunun dışında Ştrum’un dostlar arasındaki siyasi konuşmaları yüzünden çalıştığı enstitüde neredeyse vatan haini ve berbat bir fizikçi olarak görülmesi, fakat bir akşam onu Stalin’in telefonla araması sonucunda sözü dinlenir bir vatanperver ve dâhi bir fizikçi konumuna yükselmesi de Stalin isminin Sovyet Rusya’da, her şeyden önce gelen ezici bir güç olduğunun ironik bir kanıtıdır. 

 

 

 

 

 

Grossman, insanlığın önündeki bu engelleri görüyor olmasına rağmen insanın yazgısını, hayatı yönlendiren, ne yapılırsa yapılsın değiştirilemeyen olaylar bütünü olarak görüyor ve romanda sıkça kullandığı bu kelime karşısında boyun eğiyor. Yaşanılan atmosfer için doğal bu; fakat yine de bu yazgıyla mücadele etmenin derdinde olan, kendi yazgısına yön vermek isteyen bir karakter oluşturmanın peşine düşmesi, ayrıca savaş sürecini ve insanlığın karşılaştığı yıkımların hepsini, yaşanmasının önüne geçilemeyen kaderin yansımaları olarak peşinen kabullenmemesi, savunduğu fikirler hakkında sesini daha gür çıkarabilirdi.

 

 

 

Her roman önce bir edebiyat eseridir

 

 

Tanık olduğu savaşı eksen alan romanlarda yazarın, olayların psikolojik etkisini üzerinden atamayarak yaşananları gereğinden fazla dramatik hale getirmesi gibi bir ihtimal vardır, ne mutlu ki Yaşam ve Yazgı’da buna rastlamıyorsunuz. Grossman, romanın tamamında, savaşın yarattığı travmadan faydalanarak, okuru duygusal açıdan yakalamak gibi bir kolaycılığın peşine düşmüyor.

 

 

Romandaki en önemli eksiklerden biri ise, genel atmosferi yakalamak için çok fazla yan karakterin kullanılmış olması. Öyle ki bu karakterlerin bazıları bir daha ya hiç görünmüyor ya da çok sonraları ortaya çıkıyor. Bu da genel çerçeve hakkında bilgi sahibi olmayı kolaylaştırırken, kurgudan kopmalara sebebiyet verebiliyor.

 

 

 

 

Yine, belirgin bir başkahramanın olmaması da romandaki aksayan yönlerden. Grossman’ın kendisini simgelemesi ve Stalin eleştirisinin odak noktasında bulunması itibariyle, başkahraman Ştrum gibi görünse de aynı yoğunlukta ve önemde bahsi geçen başka pekçok kahramanın daha olması, okurun tek bir odak üzerinden romanı takip etmesini engelliyor. Anlaşılan o ki Grossman’ın burada ele aldığı kriter romanın kurgusu değil, yaşananların realiteye bağlı kalınarak anlatılması prensibi. Fakat bu işleyiş bir sosyal bilim için doğru, bir edebiyat eseri içinse pek kabul edilebilir değil.
Grossman’ın zaman zaman kendi sesiyle kişisel kanaatlerini hissettirmesi, bunun yanı sıra olayların akış hızını kesip kişisel kızgınlıklarını açığa vurması da roman tekniği açısından birer kusur olarak görülebilir.

 

 

Tüm bunların dışında kurgunun kopuk ilerlemesine karşın, parça parça anlık sahneleri, çok sevdiği Çehov tarzında, başarıyla betimliyor. 

 

 

Yaşam ve Yazgı, başta bahsettiğim gibi, İkinci Dünya Savaşı’na kaynaklık etmesi ve karşılaştığı yoğun baskıya rağmen bugün okunuyor olması dolayısıyla benzerlerinden önde bir roman, yalnızca kurgusu ve edebiyat kalitesiyle düşünüldüğündeyse aynı etkiyi bıraktığını söylemek mümkün görünmüyor.

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.