Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Koşu parkurunda felsefe



Toplam oy: 1427
Haruki Murakami
Doğan Kitap
Koşu parkuruna inen ritmik adımlar gibi, kitap da takip edilmesi kolay kısa ve ritmik cümlelerden oluşuyor.

Haruki Murakami, yazmaya 1981 yılında, yani 32 yaşındayken başladı. O sıralarda, Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında kitabında anlattığı roman kişisi gibi, bar işletiyordu ve hayatında okumaya olsa bile yazmaya pek yer yoktu. Roman yazmayı düşünmeye başladığı tarih ve saati ise çok net hatırlıyor: 1 Nisan 1978 günü, öğlen 13:30 sıraları... Cingu Stadyumu'nun açık tribününde bira içip beyzbol izlerken aklına bir anda bu fikir geldi. Bar işletirken yazdığı ilk kitabı Rüzgarın Şarkısını Dinle ödül alınca da, barı kapatıp roman yazmaya odaklandı. Masa başından pek kalkmayarak yazdığı Yaban Koyununun İzinde, ona sadece edebi başarı değil, yağlı bir göbek de getirince kendisine uygun bir spor dalı seçmeye karar verdi. 1982 yılında koşmaya, işte bu motivasyonla başladı ve bugüne dek hiç hız kesmeden ayda ortalama 260 kilometre koştu.

 

Yazarın koşu macerası hakkında tuttuğu günlüğe ve maraton deneyimlerine dayanan makalelerini bir araya getirdiği Koşmasaydım Yazamazdım, dili bakımından da koşma eylemine benziyor. Koşu parkuruna inen ritmik adımlar gibi, kitap da takip edilmesi kolay kısa ve ritmik cümlelerden oluşuyor.

 

 

Bu arada, Murakami'nin kitaba verdiği ad "Koşmasaydım Yazamazdım" değil. Yazar, çok sevdiği ve kitaplarını Japoncaya da çevirdiği Raymond Carver'ın What We Talk About When We Talk About Love isimli öykü derlemesinden esinlenerek, kitabına "Koşmaktan Söz Ettiğimde Sözünü Ettiklerim" adını vermiş aslında. (Carver’ın söz konusu kitabı Türkçeye İletişim Yayınları tarafından Aşktan Söz Ettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz, Can Yayınları tarafından ise Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz şeklinde çevrilmişti.) Türkiye'de vizyona giren filmlere, çoğu zaman gişe başarısını göz önünde bulundurarak kafa karıştırmayacak ve ilgi çekecek adlar konulduğu gibi, bu kitabın adı da benzer bir düşünceyle değiştirilmiş olmalı. Bunun vebali Hüseyin Can Erkin'e ait olmayabilir. Fakat Murakami'nin mezar taşında yazmasını istediği cümlenin İngilizcesini okuyunca, Erkin'e bir miktar kırılıyor insan. Kitabın Türkçesinde "En azından sonuna kadar yürümedi," olarak karşımıza çıkan bu cümlenin İngilizcesi, "At least he never walked." Kulağa güzel gelecek şekilde, "Hiç değilse yürümesi gerekmedi," diye çevrilebilir...

 

 

Her gün yapılıyorsa, bir anlamı vardır

 

"Ne kadar önemsiz görünen bir şey olursa olsun, her gün yapılan bir şey olduğunda bununla ilgili bir bakış açısı da ortaya çıkıyor," diyen Murakami, nasıl koştuğunu anlatırken, zihninin nasıl çalıştığını da gösteriyor aslında. Yazarın koşmayı formülize ederken kullandığı denklem, yazma felsefesini belirliyor. Fakat, "Başkalarıyla değil kendimle yarışırım," cümlesine indirgenebilecek bu denklem pek de orijinal değil: "Sıradan bir koşucu, 'Bugün şu zamanda koşuyu bitireyim' diye, hedeflerini önceden belirleyerek yarışa katılır. Hedeflediği zaman içerisinde koşabildiğinde bir şeyleri başardığını, koşamadığında ise başaramadığını hisseder. (...) Aynı, şeyleri yaptığım iş için de söyleyebilirim. Yazarlık gibi bir meslekte –en azından benim için gerçerli olduğunu söyleyebilirim– yenmek ya da yenilmek yoktur. Satış rakamları, edebiyat ödülleri, gelen eleştirilerin iyiliği ya da kötülüğü bir ölçüt olabilir ama temel bir sorun olduğunu söyleyemem. Yazdıklarımın kendi belirlediğim ölçütlere ulaşıp ulaşmadığı her şeyden önemlidir ve bunu bozacak bir bahane de kolayca üretilemez."

 

Koşmak daha ziyade onun zihnini dinlendirmek ve vücudunu terbiye etmek için başvurduğu bir yöntem. Onlarca spor dalı arasından koşmayı tercih etmesi ise kişiliğiyle bağlantılı. Yalnızlığı, sosyal hayata tercih eden Murakami, koşmayı biraz da, kimseyle konuşmak ya da kimseyi dinlemek zorunda kalmadığı için seviyor. Üstelik birkaç saatliğine bile olsa, kişiliğine uygun yaşama imkanı bulduğundan; bu esnada ruhunu dinlendirebiliyor.

 

Koşarken kitapları hakkında nadiren düşündüğünü anlatan Murakami, maraton koşmak ile roman yazmak arasında doğrudan bir bağlantı kurmuyor. Daha ziyade, bir yazarda olması gerekenlerle, bir koşucuda olması gerekenleri benzetiyor. "Bir yazarda dehanın yanı sıra odaklanma ve sürdürebilme gücü bulunmalı," diyerek, son ikisine düzenli koşmak için de ihtiyaç duyulduğunu belirtiyor. Özetle, "Koşmasaydım yazamazdım," demiyor. Ama hayatına dönüp bakınca ve yaşadıklarında bir anlam arayınca, koşarken öğrendiklerini, yazarken kullandığını fark ediyor. Tıpkı caz bar işletirken öğrendiklerini ya da dünya müziklerine olan merakını veya çevirmenliğini kullandığı gibi...

 

Örneğin, bar işletirken uyguladığı "10 kişiden 1'i" politikasını, başlangıçta yazarlığında da benimsiyor. Bu politika uyarınca, bir bara gelen her 10 kişiden 1'i, "Çok güzel bir bar, çok hoşuma gitti," dediği müddetçe, o bar batmadan varlık gösterebiliyor. Aynı şey kitaplar için de geçerli. Her 10 kişiden 1'i beğendiği sürece, beğenmeyen 9 kişiye kafayı takmak gerekmiyor. Kötü eleştiriler moralini bozmasın diye başlangıçta böylesine düşük bir hedef belirleyen Murakami, bir süre sonra romanlarının geniş kitlelere ulaştığını görerek seviniyor tabii.

 

Su içse yarıyor

 

Murakami, koşmasaydı yazabilir miydi, bilinmez. Fakat koşmak hakkında yazmasaydı, bu utangaç adamın gününü nasıl programladığını, ne zaman ve nasıl yazdığını, kendisini yazmaya nasıl motive ettiğini öğrenemeyecektik. Dünyanın her yerinde okuru bulunan, yıllardır adı Nobel Edebiyat Ödülü alabilecek yazarlar arasında sayılan Murakami'nin, yazarlığı ile bağlantılı bir metin kaleme alması da, bu metnin Türkçe okuruna ulaşması da şüphesiz çok kıymetli. Fakat bu kitabın, daha evvel hiç Murakami okumamış birini etkileyeceğini sanmıyorum.

 

Bu kadar insanın onu neden sevdiğini anlamak için Zemberekkuşu'nun Güncesi'ni, Sahilde Kafka'yı veya İmkânsızın Şarkısı'nı okumak gerek. Ardından elinize Koşmasaydım Yazamazdım'ı alabilir, yazarın koşarkenki azminden etkilenebilir ve onun da hepimiz gibi, "Su içsem yarıyor," diyerek hayıflandığını, spora da kiloya yatkınlığı sebebiyle başladığını görebilir, görüp de rahatlayabilirsiniz.

 

 


 

 

* Görseller: BenedettoCristofani, Craig Larotonda

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.