Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Munro’yu mu fazla büyütüyoruz, Nobel’i mi?



Toplam oy: 1008
Ortada Nobel takdim edilecek bir edebi büyüklük var mı? Ya da şöyle mi sormalıyız: “Nobel büyüttüğümüz kadar edebi mi?”

1931 doğumlu Kanadalı yazar Alice Munro, kimilerince yaşayan en iyi öykücülerden biri kabul edilir. Hatta ileri gidip onu “Çağdaş Çehov” olarak sıfatlandıranlar dahi vardır. Bildiğiniz üzere Munro, bu seneki Nobel Edebiyat Ödülü için Haruki Murakami’nin ardından ikinci favori olarak gösteriliyordu. Fakat 82 yaşındaki öykücü, Japon romancıya bir çalım atarak hem bu seneki ödülün sahibi olmayı hem de bu ödülü alan ilk Kanadalı olmayı başardı. Bunu müteakiben, geleneksel Nobel tartışmaları da edebiyat gündemini avcunun içine aldı. Örneğin Amerikan Sapığı’nın yazarı Bret Easton Ellis, ödülün açıklanmasının ardından Munro’yu “abartılmış” bir yazar olarak tanımlayınca, kelimenin tam anlamıyla bir “siber-mobbing”e maruz kaldı. Laf nihayetinde Ellis’in tek bir iyi kitap yazabilmiş olmasına ve eleştirisinin temelinde kıskançlık yattığına kadar geldi. Halbuki, London Review’un yetenekli eleştirmenlerinden Chris Lorentzen de, 2012 tarihli bir makalesinde, Munro’nun edebi çerçevesini malumatıyla eleştirmişti. Bu tartışmalı ortamın ışığında biz de Munro’nun yazınına, Türkçede yakın zaman önce yayımlanan Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik isimli eseri bağlamında bir göz atalım.

 

 

Munro’nun doğduğu güneybatı Ontario’nun kırsal coğrafyası ve Büyük Buhran’ın hemen ardından geçirdiği çocukluğu öykücülüğünde hâkim bir determinizme sahiptir. Bunlara ilkgençlik dönemi sırasında patlak veren İkinci Dünya Savaşı’nın toplumsal şartları da eklenebilir. Munro’nun kahramanları, kırsal kesimde yaşayan ve bölgeye has geleneksel çerçeve ile modern yaşama müdahil olmak arasında seçim yapma ikileminde kalan kadınlardır. Zira kasabalar modernite ve kapitalizm ile endüstrileşmenin yumruğu altında inlemekte, kırsal yaşam ve temsil ettiği toplum –aile yapısı– yavaş yavaş kentleşmenin ve metropollerin altında sıkışmaktadır. Bu sıkışma da, kırsal kesimdeki nüfusu, gelenek ile modernlik arasındaki bir yol ayrımının baskısı altında psikolojik ve toplumsal bağlamda ezmektedir. Munro kadın karakterlerine realist geleneğe bağlı kalarak sevgi, kazanım, kayıp, yalnızlık ve geçen zaman ile biçimlendirerek naif ve insani niteliklere sahip bir edebi can verir ki, kendisine yakıştırılan “Çehov” sıfatının temeli de burada yatar.

 

Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik, Munro’nun geleneğini bozmayarak okura yine bu edebi çerçevede bir karakter, olay ve mekan örgüsü sunuyor. Örneğin “Queenie” isimli öyküye adını veren on sekiz yaşındaki genç kız, dul bir adamla evlenmek için evini terk eder, fakat beklentiler ile gerçeklik çarpışınca genç hanıma bir kez daha terk-i diyar yolları görünür. “Aile Mobilyaları” isimli öyküdeyse anlatıcı kadın, kasabada kalarak hasta annesine bakmak ile şehre yerleşerek burs kazandığı koleje gitmek arasında tercih yapmak durumundadır. “Kolon ve Kiriş” isimli bir başka öyküdeki Lorra da, bir matematik profesörüyle evlenerek çocukluğunu ve ona ait olan her şeyi geride bırakır. Fakat kuzeni Polly aynı amaçla yıllar önce bu yoldan geçen kendisine sığındığında Lorra’nın tavrını tahmin ettiğinden çok farklı bulur.

 

Munro, diğer altı öyküsündeki karakterleri de yukarıda kısaca bahsettiğimiz mekan ve olay örgüsüyle işlediği bir çerçeveye alıyor. Şüphesiz Munro’nun başarısı, kadınlarını öfke, kararsızlık, umut, hayal kırıklığı gibi buhranları ve hayati kararlarındaki ikilem süreçlerindeki hissiyat ile düşüncelerini (ekseriyetle) bir yapaylık ya da melodramaya mahal vermeyecek derinlikle biçimlendirmesinde yatmakta. Bu noktaya kadar Munro’ya ün kazandıran yazınının karakteristik inceliklerini ele aldık. Öyleyse bir de şunu soralım: Bu incelikler Munro’ya Nobel’i takdim edip onu kusursuz bir yazar olarak nitelendirmeye kafi mi, yoksa eserlerine getirilen eleştirilerin haklı yanları var mı?
   

 

Dar alanda Munro


Öncelikle; Munro’nun öykülerindeki olay-mekan-zaman-karakter örgüleri birbirilerini çokça tekrar ediyor. Evet, bu kitaptakiler de dahil olmak üzere yazarın herhangi bir kitabındaki ilk öyküyü okuduğunuzda bahsettiğimiz edebi çerçevenin zarif işçiliğiyle heyecanla dolup taşıyor, birincinin coşkusuyla ikinci öyküyü de şevkle okuyorsunuz. Fakat üçüncü öyküye geldiğinizde yavaş yavaş heyecanınız yerini durgunluğa, müteakip öykülerdeyse sıkkınlığa bırakabiliyor. Zira hastalanmış ve yaşlı kadınlar, onların gençlik kaçamakları, kırsal kesimdeki aileler, bu ailelerin ev ritüelleri, evlerin içinde kaç oda olduğu ve odalardaki mobilyalar (her ne kadar betimlemeler kuvvetli olsa da) bir süre sonra her kesimden okuyucuya hitap etmekte güçlük çekiyor. Tekkerrür ardına tekerrürün sonunda bu kasaba evlerindeki ketum odalardan birinde kendinizi sıkışmış hissediyor, bencil, narsist, bastırılmış kadınlar ile aptal, acımasız ve yavan erkeklerin mevcudiyetindeki bir varoluşun içinde hapsoluyorsunuz. Bunun yanı sıra, öykülerin tamamının Munro’nun yazını bağlamında kusursuz olduklarını da söylemek mümkün değil.

 

Örneğin kitaba adını veren “Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik” isimli öyküdeki iki genç kızın Johanna’ya oynadığı acımasız oyunun mağdura mutluluğun kapısını açması, gerçekçilikten ziyade kurgunun ironik bir zorlamayla nihayete varıp melodramatikleşmesine neden oluyor. Her ne kadar “Kolon ve Kiriş” ve “Aile Mobilyaları” gibi öyküler kitabı sırtlasa da, mezkur örnekte belirttiğimiz gibi örneklerin kimi öyküleri sakatladığının altını çizmek gerek.

 

Velhasıl kelam, öykücülük farklı öykülerde çeşitli temaların iyi işlenmesine ihtiyaç duyulan bir janr. Munro ise, çizdiği sınırların içinde şüphesiz ideal öyküler yazıyor, fakat bu sınırların darlığı okuyucunun bir süre sonra oksijensiz kalmasına sebebiyet verebiliyor. Munro iyi bir öykücü evet, fakat insan sormadan edemiyor: Ortada Nobel takdim edilecek bir edebi büyüklük var mı? Ya da şöyle mi sormalıyız: “Nobel büyüttüğümüz kadar edebi mi?” Fikrimi soracak olursanız, özellikle ikinci soruyu etraflıca tartışmakta yarar var...

 

 


* Görseller: Seda Mit

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.