Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ophelia ölümleri



Toplam oy: 659
Paula Hawkins // Çev. Aslıhan Kuzucan
İthaki Yayınları
Karanlık Sular’ın başkahramanı bir nehir. Mutsuz, çaresiz, cezalandırılmış, baş belası kadınların kanlarıyla irinlenmiş yüzyıllardır suları.

Trendeki Kız’ın başarısı, Paula Hawkins’in kapalı kapılar ardında domestik şiddeti yaşayan orta sınıf kadın okurla kurduğu kızkardeşlik duygusuna dayanıyordu. Sevimsiz, güvenilmez, hatalar yapmış kadınların bile hayatta kalma mücadelesine değer verildiğini okumak istiyordu kadınlar ve yazar, onların duymak istediklerini yazmıştı. Karanlık Sular’da ise Hawkins, başka bir kızkardeşlik peşinde; kanonik bir kızkardeşlik bu. Edebiyattaki kadın boğulmaları ve suyun dişilliği motifine ait bir roman olma gayreti var yazarın ikinci kitabında. Hawkins bu kanona ait olmayı o denli arzu ediyor ki, satır aralarına yerleştirdiği edebi ipuçlarının peşine düşmek ve ustalıkla kurguladığı bu pastişin kaynak eserlerini tahmin etmeye çalışmak, polisiyenin zoraki “katil kim?” merakını önemsizleştiriyor.



Karanlık Sular’ın başkahramanı bir nehir. Beckford kasabasında yaşayan herkesin hayatlarına çocukluktan beri dokunan, sırları ve kötülükleri derinlerinde saklayan, istenmeyen anıları beklenmedik bir zamanda yüzeye çıkarmakla tehdit eden, her an her yerde olan bir varlık. Mutsuz, çaresiz, cezalandırılmış, baş belası kadınların kanlarıyla irinlenmiş yüzyıllardır suları. Bu müsibet kadınların çığlıkları nehre karışmış, “kıyıda duran” kadınları kendilerine çağırıyor. 17. yüzyılda, masum erkekleri büyüleyen cadılıkla suçlanıp suda boğularak cezalandırılan ilk kurban ile başlıyor ölümler. Art arda gelen suda ölümler, intihar da cinayet de olsa, ölüm nedeni kadınların toplumun eril ahlak kuralları tarafından önce “karada boğulmaları” aslında. Kadınların kurban sayılmadan suçlu –dolayısıyla ölümü hak eden– sayıldığı travmalar kataloglanıyor romanda: Tecavüz, aldatma, koca şiddeti, taciz, istismar. Son kurban da suda ölen kadınlara dair bir kitap yazmakta olan bir kadın. Paula Hawkins, polisiyesini forensik kanıtlar ve suçlu profilleri yerine cinsiyet politikaları üzerine kurmuş.


Ophelia ve Pre-Raphaelite Biraderler


Romandaki ilk kurbanın adı Libby Seeton. Son kurbanın evinin duvarında John Everett Millais’in ünlü Ophelia tablosu var. Shakespeare’in Ophelia’sını İngilizce edebiyatta boğulan kadın motifinin başlangıcı saysak da, toplumdaki cinsel ahlakın ikiyüzlülüğünü deşifre etmeyi seven Pre-Raphaelite Biraderler’den Millais’in tablosundaki Ophelia, dişil suda ölümün akıllara kazınan sembolüdür. Millais, Hogsmill nehrinin kıyısında aylarca bütün gün çalışarak Ophelia’nın etrafını saracak doğayı ve çiçekleri resmetmiş. Suda can vermiş Ophelia’nın ifadesini en doğru şekilde yansıtmak için ise, su dolu bir küvetin içinde ağır kadifeden bir Ophelia kostümüyle uzanıp poz veren 19 yaşındaki Lizzie Siddal’ı kullanmış. Küvetin etrafına ısıtsın diye yerleştirilen yağ lambaları sönse de, resme devam etmiş üstat ve Lizzie soğuğu kemiklerinde hissettiği an o ünlü Ophelia ifadesini yakalamış: Yorgun bir teslimiyet. Ophelia’nın cansızlığı ile etrafını saran doğanın canlılığı tezat içinde.

 

 

 

Lizzie Siddal, neden Ophelia rolünü gıkını çıkarmadan, hastalanacak kadar üşüyerek sürdürdü? Suda ölmekten son anda kurtulmak, suya meydan okumak için mi? Şiir yazıyordu, resim yapıyordu ama sadece bir terzi yamağıydı. Dönemin en etkili sanatçıları Pre-Raphaelite Biraderler’e sadece bir model ya da ilham perisi olmak istemiyor, sanata kendini feda edecek kadar değer verdiği bilinsin istiyordu. Dante Gabriel Rossetti’ye âşık oldu. Rossetti, onu defalarca aldattı, oyaladı ama sonunda evlendiler. Bebeği ölü doğunca afyon içerek intihar etti. Ophelia tablosu, bir kehanete dönüştü böylece.

 

Paula Hawkins, romanını bir Pre-Raphaelite tablo gibi düşünerek, okur deşifre etsin diye etrafa gelişigüzel semboller konduruyor. İlk kurbanına Lizzie Siddal’ı anımsatan Libby Seeton adını vermesi gibi. Siddal’ın günümüze ulaşan şiirlerinden birinde şu bölüme rastladım, çevirmeye çalışayım: “Bilinmeyen bir hastalığın loş hayaletleri yorgun beynimde yüzüyor. Şekilsiz tasavvurlar bir hayalet trenle önümden geçiyor.” Trendeki Kız’ı yazarken bile Siddal’ın Paula Hawkins’in ilham perisi olduğunu iddia edebilirim.

Su ve kadın


Suyun kadın bedenine temasını cinsel göndermelerden ayrı düşünmeyiz. Suda ölüm, kadın roman kahramanları için cezalandırma ama günahtan arınma, ve sonunda huzura kavuşma töreni gibi tasvirlenir. Kadın likit bir varlıktır, ayın gelgit etkisinden etkilenir ve suya karışıp gitmek doğal bir yok oluştur, hatta romantiktir. Su kadını çağırsa da, suya girebilme ve yüzme, bugün bile cinsellikten bağımsız düşünülmüyor, kadınların tam anlamıyla özgürce sahip olduğu bir hak olamıyor.

Cadılıkla suçlanan kadınlara taşlar bağlayıp suya bırakırlarmış; batarsa suçlu, yüzerse masum diye. Kadınların yüzmesi, yaşadıkları çağın kıyafet, çıplaklık, güzellik engeliyle karşılaşır. Shakespeare bile Ophelia’nın ölümünü elbisesinin ağırlığına bağlar. D. H. Lawrence, Âşık Kadınlar’da başkahramanı Gudrun’a özgürce buz gibi göle dalan bir adamı gözetletir: “Ona o kadar imreniyorum ki…” Ian McEwan’ın Kefaret’inde ise, havuza giren Cecilia’ya imrenme iki kız kardeş arasındaki rekabetin kilit sahnesidir.


George Eliot, Floss’taki Değirmen romanında, Kate Chopin Uyanış’ta, Margaret Atwood Kör Suikastçı’da kadın kahramanlarını kendi seçimleriyle suda ölüme yollar. Suda ölümü bağımsızlıklarını, tek başınalıklarını ilan ettikleri savaş alanına dönüştürür bu kadınlar. Bir anlamda kadınlık belalarından kurtuluşu suda bulurlar. Yine de, bu romanlara feminist yaklaşımlara rağmen, suda ölüm bir kendini feda ediş, kendi cezasını kendi veriştir. Suç ve suçluluk duygusu birbirine karışır. Margaret Atwood, Lady Oracle’da edebi kadın boğulmalarını bir bakıma tiye alıyor. Edebi gelenekte romantik bir kurtuluş, bir cesur tavır olan suyla ölümün, kendini sil baştan yaratmak isteyen şişman modern kadın için ne kadar gülünç ve nafiledir. Kurban olmak için cinsel nesne olmak gerekir.



Karanlık Sular, boğulan kadın motifi taşıyan edebiyattan çok etkilenerek yazılmış. Bu motife dair yeni şeyler söylemek yerine örnek verdiğim romanları anımsatıyor. Hawkins’in anlatımda seçtiği suyla ilgili fiiler ve metaforlar çok tanıdık. Derindeki ve yüzeydeki anılar gibi su ve hafıza arasında kurulan benzetmeler var. Suyun değişken ve ikircikli karakterinin hayatları etkileyecek yanlış anlaşılmalara yol açması, her romanda okurun karşısına aynı mendereslenen anlatım olarak çıkıyor. Yine de Hawkins, dersini iyi çalışmış, aynı edebiyat geleneğine ait bir sonuca ulaşmayı başarmış.

Kadın ölümlerinden para kazanmak


Sylvia Plath, “Lady Lazarus” şiirinde, ölmenin bir sanat olduğunu, kalabalıklar tarafından fındık fıstık yenerek izleneceğini, kan görmenin ekstra ücrete tabi olduğunu yazar. Kadın olarak ölmeye devam edeceğinin garantisini verir, altın değerinde ölüm. Sonra da sorar: "Sizi korkutuyor muyum?" Salvador Dali, Pre-Raphaelite tablolardaki kadınların en korkutucu arzu nesneleri olduğunu söyler. Millais, Ophelia tablosunu 1851’de 300 gineye satmış, dönemin en zengin ressamlarından olmuş. Ophelia’nın bugünkü değeri 30 milyon sterlin.



Paula Hawkins, aslında apolitik olan ve dünyayı değiştirmeyecek pop feminizmin en iyi işleyen çarklarından olan çoksatar kitaplar yazarı. Bir gün, kadın ölümleri hakkında yazmanın polisiye yazmak olmadığını anlayacak ve tür edebiyatı şablonlarına harcadığı vakti ve sayfaları kendi edebiyatına adamaya cesaret edecek diye umalım.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Alpay Aksayar

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.