Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Oryantalizm, Doğu ve Muhammed...



Toplam oy: 1767
Kurban Said
Mızrak İletişim ve Yayıncılık

İlk önce Almanya’da 1932’de yayımlanmış Hazreti Muhammed. Kitabın yazarı Esad Bey’i ise, kendisi üzerine yazılan biyografiden tanıyoruz. Esad Bey’le ilgili Tom Reiss’ın söz konusu biyografisi, ‘The Orientalist’ adını taşıyor. ‘Oryantalizm’ tanımının ise, onsekizinci-ondokuzuncu yüzyılda atağa geçen sanayi kapitalizminin biçimlendirdiği anlayış tarafından çerçevesinin çoktan çizildiğini söylemeye gerek yok. Bir Batılı yazar olarak Reiss’ın, Esad Bey’i, ‘Oryantalist’ olarak özetlerken, söz konusu çerçevenin ne denli dışına çıktığını yada beslendiğini bilemiyoruz. Ancak, Edward Said’in, yirminci yüzyılın sonlarında tekrar gündeme getirdiği, Batılıların üstünlükçü, hegemonyacı bakışından bir hayli uzakta olduğunu söyleyemesek de, aynı saiklerle hareket etmediğini belirtebiliriz.

Bütün bunlardan bağımsız olarak, Esad Bey’in Muhammed’in yaşamını kaleme aldığı eseri, Doğu kültürüyle ilgili önemli bilgiler sunmuyor sadece,  Doğu’nun bir tür epistemolojik haritasını da çıkarıyor.

Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Bakü’de dünyaya gelmiş Esad Bey. Kendisine Lev Abromoviç Nuissimbaum adı verilmiş, daha doğrusu bu adla doğmuş. Daha sonra, on yedi yaşında Müslümanlığı seçmiş.

Esad Bey, Hazreti Muhammed’i boşuna yazmamış. Zira kendisi sonunda İslam’ı seçmiş biri olarak, “yaşamı boyunca, insanlığın tüm dinlerin hoşgörülü, gelişmiş ve zengin bir kültür içinde bir arada yaşayacağı bir altın çağ” umudunu beslemiş. Sonunda bunun da, “modern İslam”la olanaklı olabileceğini düşünmüş. 1942’de ölen Esad bey için Alman yazar Armin T. Wegner şunları yazmış: “Kendi hayatından bir masal yaratan bu yalnız, şansız, Yahudi gencin hikayesi acıklı bitti. Muhammed Esad Bey olarak gömüldü. Mezarının yönü Mekke’ye yöneltilirken, mezar taşına da bir fes çizilmesi unutulmadı.”

Hazreti Muhammed, İslam dini ve son Peygamber (Muhammed) hakkında duyulan ve bilinenlerden farklı bilgileri içermiyor. Ancak, yazarının akıcı diliyle, olaylar ve kişiler arasında kurduğu bağlantıyla,  oluşturduğu mantıksal dizgeyle, daha bir anlaşılma ve netlik kazanıyor. Asıl olarak Muhammed’in yaşamına odaklanıyoruz kitapta. Muhammed’den önce, uzun bir betimleme yapmış yazar. Söz konusu betimlemede, çöl, Araplar ve Bedeviler, bir kültürün (Doğu) temel argümanları olarak belirmiş. Yazar, okuyucusunu adeta az sonra, çölün ve aynı zamanda da çıkmazın üzerinde şekillenecek bir ‘kurtarıcıya’ hazırlamış. ‘Kurtarıcı’ diyoruz, zira çöl yaşamında belirlenen insanlar ve yaşamları zaten yazarın da zaman zaman şiirsel ifadelerle belirttiği gibi “kemirilen ağaçlar” gibidir. Bu anlamda, ‘kurtarıcılık’ ihtiyacını, Muhammed’den bağımsız olarak da düşünmekte fayda var. Sonraki gelişmeler için, büyük keşmekeşliğin ve çok tanrılı dinlerin ağır bastığı Muhammed öncesi Arap topraklarında, tek tanrılı dinin adım adım yaklaşmakta olan ayak seslerinden bahsedebiliriz ancak. Diğer bir yandan da, Tanrıların arasında özel bir yeri ve inananlar açısından önemi olan üç kadın Tanrıça’nin tek tanrılı dinin ağır basmasıyla ortadan yok olması  -bugün göz önünde bulundurulduğunda- kadınların hanesine önemli bir yenilgi olarak yazılabilir.

Öncelikle Muhammed’in nasıl bir sosyal, kültürel, ekonomik atmosferde biçimlendiğini izlerken, daha sonra söz konusu atmosferin bir nedeni ve ürünü olarak şekillenmekte olan irrasyonalizmin ön bilgisine sahip oluruz.

Doğu’nun tüm kokuları

Arap dünyası oluşumunun coğrafi, kültürel bilgisinin yanında, rivayetin ve masalsı dilin de kendine has bir kanal açtığı kitapta, Muhammed’in şekillendiği dünyayı ve tek tanrılı dinin oluşum sürecini gözlemleriz. Anlatıların yer yer masalsı izlenimler bırakmasını; çoğu kez söylenceye dayanan ama bir o kadar da karmaşık Arap dünyasına bağlayabiliriz. Bu yönüyle de bir hayli kendine çeken bir kitap olmasının yanında, asıl vurucu etkisini Muhammed’in iktidar olduktan sonraki yaşamı üzerinde yapan yazar, tüm bu süreci İslam dinine olan hayranlığıyla beslemiş. Böylelikle, Esad Bey’in sempatisi, olumluluk duyguları; İslam dini ve Muhammed’le ilgili anlattıklarını daha bir açığa çıkarmakla kalmamış; keskin çelişkilere takılmış. Dönemi (600) ve koşullarıyla birlikte düşünüldüğünde Muhammed’in insanlara sunduğu yaşam umudu ve harekete geçirme dinamizminin takdire değer bir görüntü arz ediyor olması, yazarın da dile getirdiği gibi dönemin koşullarına sıkı sıkıya bağlı. Muhammed, tam da, “Arabistan çöllerinden, dilencilerin ve göçebelerin topraklarından” yükselmiş. Özellikle Muhammed’in nasıl bir insan olduğuna yönelik ayrıntılar üzerinde çok duran yazar, söz konusu ayrıntılarla bir değil bir çok alt metin sunmuş; “Muhammed hoş kokuları severdi. Doğu’nun tüm kokularını kullanır, kehribardan, miskten, briyantinden, merhemlerden ve saça sürülen çeşitli yağlardan vazgeçmezdi. Geceleri daha dikkat çekici kılmak için gözlerine sürme çekerdi. Hoş kokular sürdüğü kara saçları, iki örgü halinde omuzlarından aşağı sarkardı. Başında her zaman özenle sarılmış ipekten bir sarık olurdu. Muhammed her gün bir kaç kez yıkanır ve dişlerinin kar beyazı olmasını sağlamak için sürekli misvak çiğnerdi; sakalı her zaman bakımlıydı. Dikkat çeken yüz hatları, esmerce bir teni vardı; her türden kokuya duyarlıydı. Örneğin, biri onun yanında soğan ya da sarımsak yiyecek olsa, bundan son derece rahatsız olurdu. Muhammed, görevinden önce işte böyleydi; yaşamı boyunca da böyle oldu. İslam’ın on karakteristik özelliklerinden biri bedene, bedenin gücüne ve güzelliğine duyulan saygıdır. Muhammed, bedeni ve bedene özgü hazları hor gören, bundan tiksinen çileciler ile Hıristiyan tövbekarlardan nefret ederdi. Bunlar onun gözünde sanki başka bir dünyadan gelmişlerdi. Muhammed bunu hiç anlamazdı.”

Muhammed ve iktidar


Muhammed’in sıradan bir insandan, peygamberliğe geçiş sürecini yine rivayetler ve irrasyonel izleklerle anlatarak, sözkonusu sürecin aslına bağlı kaldığını görüyoruz yazarın. Aslında, yazara katılıp katılmadığımızı belirteceğimiz süreç, Muhammed’in daha çok iktidar olma öncesinde oluşan toplumsal durum ve sonrası olacaktır. Zira her ne kadar bir yaşam hikayesi anlatılsa da kitapta, anlatılan yaşam da, büyük bir dönüşümü ifade ettiğinden, bir dinin ortaya sürdüğü keskin, siyasal, sosyal tezlerle ilerleyecektir. Elbette ki, bunda yazarı bağımsız tutmamız gerekiyor. Aslında yazar, büyük bir sevgi ve sempati tonuyla okuyucuyla söz konusu bilgiler arasında bağ kursa da,  600’lü yıllara bugünden bakmanın zihinsel olanaklarıyla, din algılayışının ve mantığının bugüne miras bıraktığı düşünme tarzı açısından itirazları saklı bırakabiliriz.

Muhammed; kendisini dışlayan Mekkeli tüccarlara, yine kendisine düşman olan Yahudilere karşı zafer kazanıp, Medine’de İslam dininin öğretisiyle birlikte, bir peygamber olarak merkeze oturduğunda neler olur? Uzun bir dönem Muhammed’in yenilgisel durumlarına, mücadelesine tanık olduğumuzda, daha çok onun toplumsal kişiliğine, ‘hak’, ‘adalet’, ‘eşitlik’ etrafında dönen çabasına da ortak oluruz. Süreci ve sonucu en iyi özetleyen ise ‘Peygamber’in İktidarı’ bölümü olacaktır.

“İnsanın zayıf” bir yaradılışa sahip olduğunun sürekli vurgusu yapılır. Buradan Muhammed’in de bir insan olarak zayıf olmasını doğal karşılarız. Her defasında güç kavramının nasıl yok edileceğine, her gücü yok eden ögenin bir güç olduğuna dair, -rüzgarın ateşten güçlü olduğu gibi- felsefi konturların anlatımları beslediğini belirtmeden geçmeyelim. Yazarın tutumuyla, anlattıkları arasında bir çok çelişkinin belirdiğini, bu çelişkilerin de değerlendirme yapmada okuyucuya önemli doneler sunduğunun da özellikle altını çizmek gerekiyor. Bunlardan en önemlisi de Muhammed’in kadınlarla olan ilişkisi ve kadının o zamandan bu güne tartışma konusu olan durumuyla ilgili.

Dokuz ev, dokuz kadın ve diğerleri...

 “Mescidin yakınında dokuz ev bulunuyordu; bu evlerin içinde peygamberin eşleri yaşıyordu. Evlilikteki huzuru korumak için aslında her eşe ayrı bir ev veriliyordu. Yalnızca arada bir Peygamber, çıktığı seferlerden güzel bir köle kızla döndüğünde, kızı bir süreliğine eşlerinden birinin evine bırakıyordu. Bu evlerden en güzeli –başka bir deyişle, en az mütevazı olanı- Peygamber’in en sevdiği eşi, Ebu Bekir’in kızı olan güzel Ayşe’ninkiydi. Muhammed Mekke’de onu ilk gördüğünde Ayşe altı yaşındaydı. Peygamber gözlerini ondan alamamıştı. Muhammed o güne dek tek eşi olan Hatice’yi bir süre önce kaybetmişti. Dostunun yüzündeki büyülenmiş ifadeyi gören Ebu Bekir, evlilik çağına geldiğinde kızını O’na vereceğine söz verdi. Ama Ayşe Muhammed’i o denli büyülemişti k, Muhammed onunla dokuz yaşındayken Medine’de evlendi. Evlendiklerinde Muhammed elli yaşındaydı... Gücünün doruğunda tüm Arabistan’a hükmederken, Muhammed’e çok sayıda kadın gönderiliyordu. Son evliliğini ölümünden iki ay önce yaptığı bilinir. Bir komutan uzaklarda yeni topraklar fethettiğinde ya da bir yönetici Muhammed’e saygılarını sunmak istediğinde, O’na başka hizmetlerin yanısıra, güzel köle kızları da gönderirdi. Muhammed bunları arkadaşlarına sunar, bazen de alıkoyardı.”

Baştan da belirttiğimiz gibi, Esad Bey, Hazreti Muhammed’i akıcı, anlaşılır bir dille yazmış. Muhammed’le birlikte, İslam dininin oluşum süreciyle ilgili son derece kayda değer bilgiler sunmuş. Söz konusu bilgiler, şimdiye dek oluşturulan yaklaşımlara yeni bir boyut eklemiyor sadece, -nasıl bir anlam giydirilirse giydirilsin-  tüm dinlerin eninde sonunda, iktidar ve yaşamla olan sıkı ilişkisinde, nasıl yer değiştirdiğine ve  biçimlendiğine dair oluşan alana katkı sunuyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.