Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Seçmediğin hayat da senindir



Toplam oy: 1108
Neil Jordan
Everest Yayınları
Çok yönlü bir anlatıcı olan Jordan’ın ilham kaynakları arasında peri masallarının karanlık tarafı, mitolojiler ve ortaçağ, yanlışlıkla olduğundan başka biri sanılan karakterler ve gotik canavarlar bulunuyor.

Oscar ödüllü yönetmen Neil Jordan, film kariyerine atılmadan önce anlatı sanatıyla uğraşan tüm genç İrlandalılar gibi kendine bir edebiyat kariyeri çizmek istiyordu. Bir röportajında, “İrlandalıların o zamanlar edebiyattan başka bir şey yapmasına izin verilmiyordu,” diyen Jordan’ın 1976’da çıkan ilk öykü kitabı Nights in Tunisia (Tunus Geceleri) ile Guardian Kurgu Ödülü’nü alışından bu yana beş romanı yayımlandı. 32 yıllık film kariyerinde, kendi yazmadığı halde yönettiği yalnızca üç film bulunmasından da anlaşılacağı gibi Jordan, film yönetmenliğine bir çeşit “yazarlık kariyeri” gibi yaklaşıyor.

 

Yanılgı, birbirine tıpatıp benzeyen iki kişinin yaşam öykülerinin önce kesişmesi, sonra birbirine geçmesini konu alıyor. Dublin’in fakir kesiminde yaşayan Kevin ile zengin bir ailenin oğlu olan Gerry’nin öyküsü elli yıla yakın bir süreye yayılıyor. Bram Stoker’in yaşadığı eve komşu bir binada pansiyon işleten annesi ve bahisçi babasıyla yaşayan Kevin, tıpatıp benzediği Gerry ile karıştırıldığı için bir otobüsten atılıyor, bir atari salonundan kovuluyor, Gerry’nin borçlu olduğu bir çocuktan dayak yiyor, tanımadığı kızların ilgisine mazhar oluyor. Birbirini takip eden bu tuhaf olaylar sonucunda varlığından haberdar olduğu bu “zengin oğlan”la ilk karşılaşmalarında Gerry’yi bir kavgadan kurtarıyor. İlk cinsel deneyimini kendisini Gerry sanan kızlardan biriyle yaşıyor. Kevin, Gerry’nin ölümüne dek “onun günahlarını onun yerine işliyor.” Roman, sonlarına dek bu benzerliğin sırrını ele vermeyerek tansiyonu hep yüksek tutuyor fakat işin içyüzü açıklandığında eldeki gotik malzemenin tatminkar biçimde kullanılmadığı duygusuna kapılıyoruz. Neyse ki Jordan tekinsiz atmosferi dramatik yapı el verdiğince muhafaza etmesini bilmiş.

 

Romanın sonunda gizlerin açıklanış biçimi okurun tadını kaçırmasın, Yanılgı, karakterler ve zamana yayılan olaylar arasında kurulan incelikli bağlantılarla dolu. Örneğin, Kevin’in annesinin işlettiği pansiyonda yaşayan Saatçi Tommy’nin odasını dolduran her türden irili ufaklı saat ile bir zamanlar Bram Stoker’in yaşadığı evde yaşayan, Kevin’ın vampir dediği, bizim, mahallenin pedofili olduğunu anladığımız gizemli komşu, zamanın akışı ve sonsuz ceza üzerine düşünmeye davet ediyor. “Vampir” komşu, önce motivasyonu belli olmayan, havada yüzen, yersiz bir karakter gibi çarpıyor göze, sonra kritik bir anda, çok şiddetli bir pasajda Vampir’in Kevin’in ruhunun bir parçasını temsil ettiğini anlıyoruz. Gerry’nin metresinin kesik gırtlağından aralıklarla fışkıran kan Kevin’in ağzını önce iyi cins şarap tadıyla sonra kan tadıyla dolduruyor. Kevin’in ergenliğinde Gerry’ye öykünmesini, ister istemez adım adım kıskançlıkla onu izlemesini ve kendi gerçekliğinden kuşkuya düşecek kadar Gerry adını sahiplenmesini, bir vampir gibi benzerinin ruhundan beslenmenin yarattığı suçluluk duygusunu yine detaylarda buluyoruz.

 

Doppelganger motifi

 

Çok yönlü bir anlatıcı olan Jordan’ın dünyasında sıçka işlenen temalar, ya da ilk bakışta fark edilen ilham kaynakları arasında peri masallarının karanlık tarafı, mitolojiler ve ortaçağ, yanlışlıkla olduğundan başka biri sanılan karakterler ve gotik canavarlar bulunuyor. The Company of Wolves filmiyle kurt adam mitinin, Vampirle Görüşme ve Byzantium: Bir Vampirin Hikâyesi filmleriyle vampirin keşfedilmemiş olanaklarını araştıran Jordan, doğaüstü ve fantastik öğeleri tür temayülleri içinde değerlendirmek yerine özellikle doğaüstünün metaforik tarafını vurgulamak istiyor. Romantizm akımının en sevdiği anlatı araçlarından olan doppelganger figüründen faydalandığı Yanılgı da bu açıdan bir istisna oluşturmuyor.

 

Doppelganger, Poe’nun “William Wilson”unda şeytani ikiz olarak sahne alır; Dostoyevski’nin Öteki Ben’inde memur Golyadkin’in sahip olmadığı tüm olumlu özelliklere sahip olan, benliğinin gerçekleşmemiş yarısı rolünde ortaya çıkar; Saramago’nun Kopyalanmış Adam’ında insanın içinde barındırdığı olasılıkların hepsinin birden gerçekleşemeyeceği vurgulanır. Doppelganger öyküleri her durumda benliğin biricik olduğu, her insanın kendine özgü, orijinal ve benzersiz olduğu önkabulünü, zihnin bütünlüklü ve ayrışmaz bir yapı olduğu düşüncesini sorgulatır. Ya da örneğin Dr. Jekyll ve Bay Hyde’da, rasyonalizmin tüm bu varsayımlarına ve toplumsal kabul görmeyen karanlık itkileri insan tanımının dışında bırakmasına romantik bir tepki olarak okunabilir doppelganger motifi.

 

Freudcu bir analizde, ego ile id arasındaki hâkimiyet çatışmasının allegorisi olarak da göreve çağırılabilir bu tekinsiz araç. Nitekim Yanılgı’da, çıktığı kızları bir daha aramayan Gerry ile kendisini Gerry sanan aynı kızların romantik ihtiyaçlarını karşılayan Kevin, otobüs yolculuklarını beleşe getiren, atari salonlarında hile ile oyun kazanan, kabadayılara borçlanan Gerry ile tüm bu günahları işlemediği halde sonuçlarına katlanan Kevin birbirlerinden (fiziki görünümleriyle değil) hayatta yaptıkları seçimlerle ayrılırlar. Davranışlarının sonuçlarına karşı kayıtsız hareket eden id rolünde Gerry ve id ile hakikat arasında gerçekçi bir ilişki kurmaya çabalayan ego rolünde Kevin.

 

Çok bilinen bir dramatik kurala göre, kişi doppelganger’i ile aynı dünyada var olamaz. Birbirleriyle karşılaştıklarında evrenin dengesini bozarlar; dengeyi yeniden tesis etmek için birinin ölmesi/yok olması gerekir. Alfred de Musset’nin “Kasım Gecesi” şiirinin sonunda, kahramanın doppelganger’i çarpık bir gülümsemeyle benzerinin mezarı başında muzafferane oturur. Doppelganger’in zaferi, Yanılgı’da eğer bir zaferse buruk bir zaferdir. Kevin’ın Yanılgı’nın açılış sahnesinde Gerry’nin cenazesini uzaktan takip ederken kendisini eksik hissetmeye başladığını anlarız. “Ben onun kayıp ruhu, öteki beni, son keretede hayaletiydim.” Yanılgı böylelikle, benliğin öbür yarısı, vermediğin tüm kararlar, öpmediğin kızlar da seni sen yapar, diyor, seçmediğin hayat da senindir.  

 

 


 

 

* Görsel: Meltem Şahin

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.