Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Şeddeli susmalar kitabesi



Toplam oy: 782
Murat Özyaşar
Doğan Kitap
Sarı Kahkaha’da sahici on hikaye var. Yalnızca dostunla sıkılmadan paylaşabildiğin sessizliğin, insanın yüzünü şeddeli susmalar kitabesine çeviren mecburiyetin hikayeleri.

İnsanın mana karşısındaki netameli duruşu, manayla kurduğu ilişki ve onu dile getirişi yüzyıllarca farklı farklı kalıplara girdi. Yeri geldi mit oldu, efsane söyledi; fikir oldu felsefe yaptı, şiir oldu Derviş Yunus’un dilinden “Ya ben öleyim mi söylemeyince,” dedi. Bugünse bize hikayesini anlatmak düştü. Murat Özyaşar da ikinci öykü kitabı Sarı Kahkaha’da şöyle diyor: “Cümlelerin anlamları yoktur, anlamların cümleleri var. Her anlamın bir cümlesi olmadığı için de hikayeler var...” Demek olur ki, hayat sizi yoğurur yoğurur da mayalanasınız diye dinlenmeye bırakır. O maya kabarır kabarır pişmeye hazır hale gelir. Mayadan sizin payınıza bir mana düşer. O hamur pişince sizden üzeri dumanlı, güzel kokular gelmeye başlar. Bazı yazarlar bunun üstünü dille, üslupla, oyunlarla süsler. Bazısı olduğu gibi bırakır. Bugün öykücünün yaptığı da budur; Murat Özyaşar ise üzerini süslemeyip manasını olduğu gibi okura sunan yazarlardan biri.

 

Sarı Kahkaha’da her biri bir halin bir anlamın kendisini açtığı, sahici on hikaye var. Özellikle anlatıcı ile dostu Kâmil’in başrollerde olduğu hikayeler hali dili ve sadeliğiyle okuru çarpıyor. Ne gidip ne kalabilenlerin, Mecburiyet Caddesini arşınlayanların hikayeleri bunlar. Yalnızca dostunla sıkılmadan paylaşabildiğin sessizliğin, insanın yüzünü şeddeli susmalar kitabesine çeviren mecburiyetin hikayeleri. “Altıotuzbeş” nam öykünün çok güçlü bir hikayesi var. Günlerce ve hatta yıllarca unutulmayacak bir hikaye. “Felç” ise kitabın bütününe bir yanıyla yabancı, bir yanıyla ruh arkadaşı. Kitaba adını veren sarı kahkaha imgesi ise “Kriz” isimli öyküde arzıendam ediyor. Bilirsiniz, ölü evinde Yasin’i hıçkırıklar böler, ağıtlar yükselir, merhumun bıraktığı menekşeler, sardunyalar boynunu büker. Ardından el ayak çekilir, ev ahalisinden biri merhumla ilgili komik bir hikaye anlatır, ona bir hatıra bir fıkra eklenir. O ağıt yakar ağızlardan kahkahalar yükselir. İnsanın ölüm acısıyla başa çıkmasının, o krizi normalleştirmesi halinin adıdır sarı kahkaha. Özyaşar bu hali, bu imgeyi ustalıkla anlatmayı başarmış.

 

 

Sarı Kahkaya’ya bir bütün olarak bakıldığında, Murat Özyaşar’ın anlamca yoğun ancak ifadece olabildiğince sade bir dili tercih ettiği görülüyor. Az sözle çok şey ifade edebilmek, bunu da okuru yormadan, okurun da anlam dünyasında kolaylıkla karşılık bulacağı şekilde yapmayı becermek bugün hasretini çektiğimiz meziyetlerden biri. Aynı zamanda öykülerin arasına serpiştirilmiş alıntılar ve göndermeler, Özyaşar’ın şiirden de beslendiği yönünde. İlk tespitimizle uyumlu olarak, zaten şiir de az sözle çok şey ifade etmeyi, insanın bir derdini ya da bir halini cilalayıp parlatma sanatı değil mi? Yalnız, seyrek olmakla birlikte, kitabın bütününe sinen havanın altında ezilen, daha hafif, biraz havai kısımlar da mevcut öykülerin içinde. Bu kısımlar öykülerin bütününü gölgelemiyor. Belki de şöyle diyebiliriz: İnsan bazen de hafif olmak ister.

 

Yumru

 

Bahse değer bir diğer husus ise, anadilinde konuşup yazmayanların boğazındaki yumru. Murat Özyaşar da çift dille büyümüş, anadili Kürtçeden sonra Türkçeyi öğrenmiş bir yazar. Bu mesele başlı başına bir yazının konusu olabilir. O yazıya da Murat Özyaşar’ın şu cümlesiyle pekala başlayabilir: “A güzelim Dünya, ben sana şimdi bunu nasıl edeyim Türkçe: Ez nemînim!”

 


 

* Görsel: Uğur Altun

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.